İsmail Güldere, Umut Yazıları

Soylu’nun psikolojik harp iddiası ve gerçekler – İsmail Güldere

İsveç’in başkenti Stockholm’de Kur-an’ı Kerim yakılarak oluşturulan islamofobik ortamın arkasından karşı saldırı gelebilir istihbaratı doğrultusunda ABD ve çok sayıda Avrupa devleti Türkiye’deki konsolosluklarını geçici süre ile kapattı; bazı okul, vakıf ve dini kurumlar da bu yönlü tatil edildi. Kur-an yakılarak gerçekleştirilen saldırının İslam dinine inanan insanları hedef alması itibari ile kabul edilebilir bir tarafı elbette bulunmamaktadır. Ancak bu saldırının gerçekleştiği yer ve siyasal dönem itibariyle hedefi nedir? Daha açık bir soru soralım, bu saldırıdan kimler fayda sağladı?
 
Stockholm saldırısından kuşkusuz en büyük fayda sağlayan, Rusya ve Türkiye oldu. Peki, Nasıl? Rusya ve Ukrayna/NATO bloğu arasında başlayan savaşın akabinde İsveç ve Finlandiya devletleri NATO’ya üyelik başvurusunda bulunma kararı aldı. Bu başvuru Rusya’yı kuşatma hamlesinin başarıya ulaşma kıstaslarından birini oluşturmakta idi. Ancak bu iki ülkenin başvurusuna en belirgin taş koyan ülke Türkiye oldu. Türkiye, başta PKK’li mülteciler ve siyasiler olmak üzere, kendi “terör” listesine koyduğu kişilerin iadesi ve silah ambargolarının kaldırılması doğrultusunda, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine onay vereceğini açıkladı. Avrupa demokrasinin “sözde” temsili bu  ülkeler  açısından kendi ülkelerine sığınan insanların varlığı NATO üyeliği karşısında şantaj durumuna geldi. Faşist Erdoğan iktidarının eline düşen bu ülkeler belli oranlarda tavizler de verdi, ancak yetmedi. Faşist Erdoğan iktidarının NATO ile gerilimi, ABD’den alamadığı silahlar düşünüldüğünde İsveç ve Finlandiya devletlerinin üyelik başvuruları için verilecek oy önemli bir koz oldu. Bu sırada Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişimi de NATO geriliminin tersine bir ivme yakaladı. Rusya, Ukrayna savaşında Erdoğan’a yeni bir rol kazandırarak, tabiri yerindeyse onu tavladı. Elbette bu tek taraflı olmadı, Erdoğan’da Rusya’yı ikincil bir sığınak, zor gün dostu olarak gördü. Bu ilişkiler itibari ile Stockholm saldırısı değerlendirildiğinde, İsveç devleti ile yürütülen NATO üyelik görüşmelerini Türkiye tek taraflı olarak durdurdu. İsveç bunun üzerine NATO üyelik sürecini askıya aldı. Rusya, bu sonuç itibariyle iki ülkeden birinin NATO üyelik sürecinin durmuş olmasının kazancını sağladı. Türkiye ise dünya planında değil ama iç siyaset de İsveç’e yönelik takındığı siyasetle hem “güçlü ülke Türkiye” imajını seçime giderayak yeniledi hem de kendisini “islamın savunucu ve koruyucusu” ilan ederek, ekonomik krizin sardığı çoğunluğu müslüman olan bir ülkede iman tazeledi.
 
Şimdi, Stockholm saldırısını bu pencereden okuyunca komplo teorisi (Kur’an yönelik saldırıyı Rus ve Türk istihbaratlarından biri hazırlamış, ya da birlikte yapmış olabilir vs.) üretmek değil ancak bu sadırının neye hizmet ettiğini saptamak açısından bir giriş yakalanabilir. Bu komplo teorisine ilişkin hiç olmaz öyle şey dememek için de -MİT başkanı Hakan Fidan’ın, Suriye’ye yönelik operasyon başlatmak için “gerekirse Suriye’ye dört adam gönderirim, 8 füze attırırım, savaş gerekçesi üretim” kayıtlarını akılda tutmakta fayda var.
 
Bu saldırının ikinci yarattığı şey kuşkusuz DAİŞ taraftarlarının yeniden canlandırılması olmaktadır. Hiç şüphesiz DAİŞ islam inancından daha çok islamofobiden beslendi. DAİŞ’in bu saldırı karşılığında, konsolosluklara ya da gayrimüslim kurumlara saldırı yapması elbette beklenebilir. Bu herhangi bir istihbarat raporu olmadan da öngörülebilir bir gelişmedir. Ancak burada öngörülmeyen gelişme, AKP-MHP faşizminin eli ile oluşturulan istihbarat yönlendirmesidir. Sözde iki DAİŞ’linin Türkiye’ye girerek eylem hazırlığı içinde olması haberinin yayılmasıdır. DAİŞ, zaten Türkiye’nin içindedir. Zihniyeti iktidardadır. DAİŞ’in kullanabileceği tüm sınır boyu AKP-MHP faşist çeteleri ve TSK askerleri ile doludur. Açık gerçek şu ki TSK’dan, MİT’den bağımsız DAİŞ diye bir şey yoktur. Bu gerçeği kuşkusuz kapanan konsolosluklar ve gayrimüslim kurumlarda görmektedir. Mesele ancak onların kurumlarını kapatarak güvenlik tedbiri almaları değil, yaratılan güvenlik sorunudur ve bu güvenlik endişesinin oluşturduğu siyasal ortamdır. Bu ortamın kime, nasıl bir faydası vardır? Psikolojik harp bu işin neresindedir?
 
İlk olarak S.Soylu’ya göre “Türkiye’ye bir psikolojik harp yürütülmektedir. İstedikleri kişileri hapisten çıkaramayınca metnin altına imza atan büyükelçiler, Türkiye’ye hukuk operasyonu yapmak isteyen büyükelçiler, şimdi Türkiye’ye bir terör operasyonu gerçekleştirmeye çalışıyorlar…” Başta ABD ve AB ülkelerinin konsolosluklarını kapatarak, kendi vatandaşlarına çağrı yaparak çizmeye çalıştığı Türkiye imajı yeni değildir. ABD ve AB devletlerinin amacı İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelik sürecini baltalayan Türkiye’ye misilleme yapmaktır. Burada elçiliklerin ya da okul, vakıf gibi kurumların aldığı kararlar bir istihbarat bilgisi olmasa bile Stockholm saldırısı sonrası alınacak kararlardır. Burada psikolojik harbi yürüten bu ülkeler değil, Stockholm saldırısından güç alarak Türkiye üzerine oynanan oyunlar var algısını yaratmak isteyen faşist iktidardır. Bugüne kadar her şeyde en mazlumu, en mağduru oynamayı başaran faşist iktidarın toplumsal meşruluğu yakalamak için bu söylemlere fazlasıyla ihtiyacı vardır. Anti ABD ve AB söylemleri bu tip psikolojik harp yöntemleri ile kitlelerde karşılık bulmaktadır. Büyüyen yoksulluk, ekonomik krizin bir perdesi bu dış düşman algısı ile kapatılmaya çalışılmaktadır.
 
İkinci olarak ise bir DAİŞ saldırısı havasının yaratılmasıdır. Türkiye’de bugüne kadar DAİŞ, Suruç ve 10 Ekim katliamı başta olmak üzere devrimcileri, toplumsal mücadele dinamiklerini hedef alan kanlı katliamlar gerçekleştirdi. Seçimler yaklaşırken tekrar böyle bir gündemin oluşması tüm kitlesel buluşmalarının örgütlenmesini doğalında zayıflatacak ve bir korku atmosferini yaratacaktır. Bu sebepten açığa çıkan güvenlik endişesine dayanılarak yürütülen “psikolojik harp” toplumsal mücadele dinamiklerini hedef almaktadır. ABD ve AB ülkelerinin Türkiye üzerinde yaratmaya çalıştığı olumsuz tablonun dünya kamuoyunda bir karşılığı olabilir ancak bunun iç siyaset de ekmeğini faşist Erdoğan iktidarı yemektedir.
 
Soylu’nun başını çektiği psikolojik harp dairesi yalana dayalıdır. Gerçek olan ise AKP-MHP faşizminin çaresizlik içinde kitleler tarafından onaylanacak politikalar peşinde koşmasıdır. Stockholm saldırısı sonrası Türkiye’nin imajı NATO ülkeleri tarafından çiziliyor olabilir ama bu iç siyaset de kitleleri Erdoğan etrafında birleştirmeye yaramaktadır. Soylu’nun bahsettiği “psikolojik harp saldırısı” bu anlamıyla ters psikoloji yaparak düşman yaratma gayretinin ürettiği bir nitelemedir. Ortada yürütülen tek psikolojik harp bu anlamıyla faşist Erdoğan iktidarına aittir.
 
Kitleleri sürekli diken üstünde tutmaya çalışan bu algı operasyonunun hedefi seçimlere giderken kaygıları, endişeleri en yüksek seviyeye çıkararak AKP-MHP dışında bir seçenek tercih edilirse yaşanacakların neler olacağını hissettirmektir. Bir başka açısıyla da güvenlik ortamını kriminalize ederek seçimleri yaptırmamaya kadar götürülebilecek bir zemin oluşturmaktır.
 
İç ve dış politikasıyla, film ve dizileri ile sürekli bir savaş varlığının psikolojik olarak etkilediği kitlelerin gerçekliği de buna uygundur. Yaşanan tüm kadın cinayetlerinde, sokak kavgalarında, intiharlarda savaş psikolojisinin yarattığı etki vardır. Bu psikolojiyi, faşist iktidarı yıkmaya kanalize etmek ise toplumsal mücadele güçlerinin elindedir. İktidarın, kitlelerin savaş dışında bir şey konuşmadığı bir konjonktürde toplumsal mücadele dinamikleri de savaş rollerini ivedilikle üstlenmelidir.

Paylaşın