Ali Efe, Umut Yazıları

Emperyalist savaş konjonktürü üzerine belirlemeler -II- Ali Efe

Ukrayna’da Tarihin Zoru ve Devlet Aklı

Sol ortam, Rusya’nın emperyalist olduğuna dair en “güçlü” kanıtını Putin’in Ukrayna üzerine yaptığı tarih analizinde buldu.

Putin, Ukrayna’nın devletleşmesinde Bolşevik devrimin, özellikle Lenin politikalarının “kaba” yanlışlıklar içerdiğini ifade etti. Ukrayna’yı Lenin yarattı, dedi. Rus burjuvazisinin de üzerinde, Rus devlet aklının görüşü böyleydi. Bugünkü Ukrayna krizi açısından konuya bakıldığında tarih Putin’in benimseyeceği şekilde akmış olsaydı, yani Lenin ve Bolşevikler Ukrayna toprağına gerekmeyen büyüklükler katmamış olsalardı bile, emperyalizmin bir şekilde Rusya’yı, örneğin belki daha küçük bir Ukrayna toprağı üzerinden zorlaması, bu zorlamanın benzer süreçlere yol açacak olması son derece mümkündü, çünkü konu bugünün solu tarafından kabaca ifade edildiği gibi bir toprak parçası ya da bir pazarın nasıl paylaşılacağından ya da siyasal meşruiyetinin nerede ve nasıl tanımlandığından ziyade emperyalizmin içinde bulunduğu yıkıcı bunalıma bir çözüm olarak Doğu’ya doğru yayılmanın yollarını aramasıyla ilgilidir. Ve konunun burası emperyalist kapitalizmin tarihsel karakteri icabıdır ki, Putin’in adına davrandığı burjuva sınıf itibariyle hiç değinmediği konu da burasıdır.

Önümüzdeki süreçte Ukrayna’nın artık eski Ukrayna olamayacağı açığa çıktığına göre bu konudaki tarihsel yaklaşımların değerlendirilmesi bugün açısından da önemlidir. Sadece Ukrayna örneği itibariyle değil, yeni paylaşımın ortaya çıkaracağı yeni haritalar açısından da önemlidir. Putin’in geçtiğimiz yılın sonunda Kazakistan’ı “kelimenin tam anlamıyla Rusça konuşan bir ülke” olarak tanımlayıp “tarihi boyunca devletleşmemiş bir toplumu devletleştirdiği için” Nazarbayev’i kutlaması Rus burjuvazisinin yeniden devletleşme sürecinde kendi geleneksel devlet aklına doğru bir açı geliştirmekte olduğunu bize gösteriyor. (https://www.jamesmdorsey.net/post/is-kazakhstan-russia-s-next-ukraine) Konu, Hegel ve Engels bağlamında “tarihsiz halklar” söyleminin bu kez bu söylemin vaktiyle nesnesi olan bir coğrafya üzerinden dile getirilmesi gibidir. Gelişmiş ve geri halklar arasındaki çelişki alanı modernleşme basıncı ya da eklemlenme sorunu olarak yeniden üretilmektedir. Rus burjuvazisinin Rus olmayan halklarla yeniden federatif merkezileşme düşüncesi, içinde bulunduğumuz krizli döneme ait bir pragmatizm olarak algılanmamalıdır. Konu yapısaldır. 70 yıllık bir sürecin ardından çevre halkların farklılığını bilen ve özerkliklerini tanıyan ama ayrılma hakkına pek de sıcak bakmayan federatif bir devletleşme hukuku, Rus burjuvazisi adına Rus devlet sınıfları geleneğinin ideolojik bir devamı olarak giderek daha görünür olma ihtimali taşıyor.

Slav Tarihindeki Karmaşa

UKKTH’ın, taşıdığı ilkesel çerçevenin ötesinde daha çok uygulamadaki farklılıklarıyla tartışılan bir konu olduğu bilinir. Konu Ukrayna olduğunda, oldukça değişken siyasal coğrafyası itibariyle tartışma iyice karmaşıklaşır. Tarihe ilişkin hızlı bir gözlem siyasal coğrafya değişkenliğini anlamamıza yeterli olabilecektir.

“Ukrayna” tanımının 12. yüzyılda Slav kabilelerin Avrupa içlerine olan sınır alanlarını belirlemek için kullanıldığı, bu tanımla eski Lehçe ve eski Rusçada yer aldığı biliniyor. Slav kabilelerin esas olarak Doğu ve Batı kolları üzerinde ortaya çıkan entegrasyon alanları 13. yüzyıl sonrasında Litvanya dükalığı ve Moskova prensliği olarak şekillendi. Doğu Slavları, Asya’nın barbar devinimi içinde kalırken Batı Slavları Avrupa feodalizminin etkisine açık oldular. Avrupa feodalizminin ticaret ve toprak ilişkileri Batı Slavlarını katolik kilisesine bağlarken Doğu Slavlarının barbar ortodoksluğu, feodalizmin sınıf çelişkilerinde de kendini açığa vurdu. Batının ticaret ve yönetim merkezlerindeki katolik hakimiyete karşı serfler ortodoksluk üzerinden Doğu Slavlarına koşut varlıklarını sürdürdüler. 17. yüzyılda feodalizmin geç dönemlerinde Avusturya-Macaristan ve Rus İmparatorluğu arasındaki çelişkilerde Polonya, Litvanya ve diğer Batı Slav beylikleri Rusya’ya karşı tavır içinde olurken Gogol’un Taras Bulba’sında hikâye ettiği gibi Kazak köylüler feodal aristokrasiye karşı Rus çarlığına bağlılıkla ayaklanmalar içine girerler. Bütün bu ve sonrasındaki tarihsel dönemlerde Avrupa feodal aristokrasisi ve erken dönem burjuvazisi bu bölgenin Rusya’ya karşı otonomik varlığına özel önem verir.

Birinci paylaşım savaşı sırasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna bağlı durumdaki Galiçya ve Rus İmparatorluğuna bağlı durumdaki, küçük Rusya olarak da adlandırılan bütün Donbass eyaleti bugünkü Ukrayna haritasının içinde yer almıyordu. Şubat devrimi sonrasında Ukrayna Rada’sı bağımsızlık ilan etmesine karşın Brest Litovsk anlaşmasıyla bölge Almanya’nın kontrolüne geçti. Ardından Ekim devrimi ve Almanya’nın yenilgisiyle Bolşevikler Denikin’in beyaz ordusunu tasfiye ettiler. Ukrayna Sovyetleri 1922’de Rusya Sovyet Federasyonuyla birleşti. Ardından 1939’da Galiçya’nın, 1956’da Kırım’ın Ukrayna Halk Cumhuriyeti’ne katılımıyla bugünkü Ukrayna siyasal coğrafyası ortaya çıktı.

Oldukça dinamik tarihsel toplumsal bir çeşitliliğin üzerine emperyalist savaşın bütün çelişkilerinin bindiği bir dönemde Ukrayna sovyetleşmesinin de dingin bir belirlilik içinde akması kuşkusuz mümkün değildi. Bu nedenle bu karmaşık arkaplan Putin’in tarih analizinde, Lenin’le Stalin arasında zaman zaman ortaya çıkan farklılıkları da kendine dayanak kılmasına imkân tanımaktadır. Daha da ötesi, Bolşevik devrimin uluslar meselesine Batı Slavlarının coğrafyasından bakan Rosa Luxemburg’un eleştirilerini de hatırlamamızı sağlayarak UKKTH’ın ilkesel çerçevesini devrimci ortamın gündemine de getiriyor. Ya da bizim ülkemizde getiremiyor, çünkü Türkiye solu konuya arkasını dönerek sorunu çözdüğünü sanıyor.

Putin, UKKTH’da Lenin’in “bağımsızlık”çılığı ile Stalin’in “özerklik”çi çözümlerinin Bolşevik devletleşmede önemli anlaşmazlıklara yol açtığından bahsediyor. Bu tartışmanın Gürcistan meselesindeki en bilinir örneği Putin’in bu saptamasını doğrular niteliktedir. Benzer durum Ukrayna devletleşmesinde ve yeni bir kriz gündemi olarak devreye girmekte olan Finlandiya meselesinde de geçerlidir. Kısa tarih aktarımından çıkartılabileceği gibi, Ukrayna modern Rusya’nın gelişimini kıta Avrupa’sındaki kapitalizmin gelişimiyle ilişkilendiren bir geçit coğrafyasıdır. Bu konumuyla, barındırdığı nüfus yoğunluğu ve modern üretici güçler birikimi açısından hem Rus imparatorluğunun hem de Sovyetler Birliği’nin oldukça stratejik bir uzantısını oluşturmuştur. Putin’in şikayet ettiği haliyle bu stratejik ağırlığın “ayrılıkçı” bir şekilde oluşmamış olmasını dilemek hele ki tarihin daha başka şekilde akma imkanlarını gözettiğiniz takdirde elbette son derece mümkündür, çünkü Ukrayna devletleşme süreci Rusya’nın kapitalistleşme sürecinde ve bağlı olarak emperyalist savaş koşullarındaki Sovyet devletleşmesinde ortaya çıkan sınıfsal ve siyasal farklılaşmalar itibariyle bu olasılığı en güçlü bir şekilde taşımaktaydı.

E. H. Carr’ın Bolşevik Devrimi’ndeki (Cilt1) ayrıntılı anlatısından takip edilebileceği gibi, devrim yıllarında Ukrayna’nın Kiev merkezli batısı köylü ve katolik, Harkov merkezli doğusu proleter ve ortodoks bir toplumsal ayrışma içerir. Devrim sürecinde Polonya ya da Finlandiya gibi gelişkin bir burjuvaziye sahip değildir ancak güçlü bir küçükburjuvazisi vardır. Bu küçükburjuvazinin kadim kanadının yani köylülüğün temel çelişkisi Polonya derebeyliğine karşı, aydın kanadınınki ise Çarlık otokrasisine karşı şekillenmekte ve milliyetçi bir bütünleşme içinde buluşmaktadır. Bu ideolojik çerçeve Bolşevik devrimin Ukrayna’nın batısına ilerleyen her dalgasında ya Alman emperyalizmiyle ya Polonya ve Fransa ordularıyla daima karşı devrimci temelde işbirliği içinde olmuştur. Ukrayna’nın batısındaki küçükburjuva toplumsallık, dönemine göre önce Beyaz Ordu, ardından faşist örgütlenmelere önemli bir güç kaynağı oluşturmuştur.

Bolşevik devrim, Ukrayna’yı bu bütünlüğü içinde yeni proleter devletleşmeye bağlı tutabilmek için Kiev sovyetine “Ukrayna sosyal demokrasisinin Rusya sosyal demokrat partisi” gibi milliyetçiliği hoş tutmayı gözeten statüler önerdiği koşullarda bile Bolşevikler, büyük Rus arkaplanı itibariyle Kiev’den püskürtülmüştür. Bolşevik egemenlik sonrasında da batıdaki milliyetçi temel, doğudaki küçük Rus kimliği de etkilemiş ve devrimle sınıfsal bütünleşme, ulusal ayrılığın kalın çizgileri çerçevesindeki bağımsız bir devlet yapısıyla ortaya çıkmıştır.

Ukrayna Devletleşmesinde Komünist Tartışma

Tarihin Ukrayna’daki gelişimi böyledir ve bu gelişme Luxemburg’un, Carr gibi tarihçilerin ve nihayetinde Putin’in söylediği gibi Lenin tarafından yönetilmiştir.

Lenin’in Ukrayna sorununa bakışı daha en başından itibaren kendi teorize ettiği haliyle “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” programatiğine göre son derece klasik bir şekilde ifade edildi. 1917 Mayıs’ında, Polonya burjuvazisinin “kudurgan ve ürkütücü milliyetçiliği”ne karşı Rusya’ya bağlı kalmayı savunan Polonyalı marksistlerle yaptığı tartışmada ilkesel olarak ayrılma hakkını somut bir gelişme olarak Finlandiya’nın ayrılma sorunu çerçevesinde tartışır:

“Ayrılıkçı hareket karşısındaki tutumumuz, ilgisizlik ve tarafsızlıktır (abç). Finlandiya, Polonya ya da Ukrayna’nın Rusya’dan ayrılması kötü bir şey değildir. Bunun neresi yanlış ki? Böyle söyleyen kişi şovenisttir. (…) Şu anda Finlilerin bütün istekleri özerkliktir. Biz Finlandiya’nın tam özgürlüğüne kavuşmasından yanayız. Çünkü o zaman Finlandiya’da Rus demokrasisine büyük bir güven doğacak ve Finliler ayrılmayacaktır. (…) Finlandiya’nın özgürlüğünü reddeden her Rus sosyalisti şovenisttir.”

Aynı yazıda Lenin Ukrayna sorununu da ele alır: “Eğer bir Ukrayna cumhuriyeti ve bir Rus cumhuriyeti olursa, iki cumhuriyet arasında daha yakın bir ilişki ve daha büyük bir güven olacaktır. Ukraynalılar bizim bir Sovyet cumhuriyetimiz olduğunu görürlerse ayrılmayacaklardır. (…) Devrimimizi geliştirerek ezilen halkları etkileyeceğiz. Ezilen kitleler arasındaki propaganda bu çizgide sürdürülmelidir. Finlandiya ve Ukrayna’nın özgürlüğünü tanımayan her Rus sosyalisti bir şovenisttir. Ve hiçbir safsata ya da ‘yöntem’den dem vurma onu haklı çıkarmaya yetmeyecektir.” (Marksizm ve Ulusal Sorun)

Burada da görüldüğü gibi Lenin ulusal sorunun çözümünü herhangi bir sınıfsal ayrım gözetmeksizin bütün bir ulus çapında ele almaktadır. “Boşanma hakkının illa da boşanma anlamına gelmediği”ni ulusun kendi kaderini tayin hakkının uygulama çerçevesi içine almasına karşın, Lenin, Baltık ve kuzey halklarıyla ilgili sağlıklı birleşik bir gelecek için başlangıç evresinde boşanma hakkının kullanılmasını neredeyse dayatıcı bir yaklaşım içinde olmuştur. “Küçük devletlerin varlığından yana olmadığını” belirtmekle birlikte Lenin, Ukrayna meselesindeki yaklaşımı şöyle ifade eder:“Sadece [ayrılma hakkının] şartsız tanınması dil, toprak, karakter ve tarih olarak birbirlerine bu kadar yakın iki halkın karşılıklı yabancılaşmasını sağlamak için her şeyin yapıldığı lanetli çarcı geçmişten tamamen ve geri dönülmez biçimde gerçekten kopabilir. (…) Bırak bir sosyalisti, hiçbir demokrat Ukraynalıların taleplerinin tam meşruluğunu inkâr etmeye cesaret edemez. Ve hiçbir demokrat Ukrayna’nın Rusya’dan özgürce ayrılma hakkını inkâr edemez. Rusya’nın devrimci demokratları, gerçekten devrimci ve gerçekten demokratik olmak istiyorlarsa bu geçmişle kopuşmalı, kendileri için, Rusya’nın işçileri ve köylüleri için Ukraynalı işçi ve köylülerin kardeşçe güvenini tekrar kazanmalıdır. Bu, özgür ayrılma hakkı da dahil olmak üzere Ukrayna’nın haklarının tam tanınması olmadan yapılamaz. “  (https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1917/jun/28.htm)

Bu tartışmalar sırasında burjuva ve küçükburjuva milliyetçi bir yapılanma olan Ukrayna Rada’sı Bolşevik devrime karşı bütün Rusya çapında karşı devrimin merkezi olarak Denikin komutasında beyaz ordu örgütlenmesine gider. Bolşeviklerin Denikin’i de alt edip Ukrayna sovyetinin kurulmasından sonra Lenin’in konuyu koyuş zemininde artık zorunlu bir değişim söz konusudur. Bu aşamada sorun iki ayrı ulus devletin birbiriyle ilişkilenmesinden çıkarak iki ayrı ulusun proleter devletinin birbiriyle ilişkilenmesi düzeyine geçmiştir. “Denikin’e karşı kazanılan zaferler vesilesiyle Ukrayna işçi ve köylülerine mektup”unda (28 Aralık 1919), Lenin’in, tüm Bolşevikleri ve tüm siyasal bilinçli işçi ve köylüleri üzerinde dikkatlice düşünmeye çağırdığı soru artık şöyle formüle edilmektedir: Ukrayna “Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti ile ittifak ile bağlı (federasyon) ayrı ve bağımsız bir Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti mi olmalı yoksa Ukrayna tek bir sovyet cumhuriyeti oluşturmak için Rusya ile birleşmeli mi”dir?
(https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1919/dec/28.htm)

Lenin’in ortaya çıkan bu yeni durum itibariyle de çözüm tarzı değişmez. 1903’ten beri parti ve uluslar düzeyinde sıklıkla ifade ettiği “birleşebilmek için önce ayrışma”yı esas alma tavrını sürdürür: “Biz gönüllü bir uluslar birliği istiyoruz -bir ulusun başka bir ulusa cebrini önceden önleyen bir birlik -tam güven üzerine, kardeşçe birliğin açık tanınması üzerine, mutlak gönüllü rıza üzerine kurulmuş bir birlik. Böyle bir birlik tek bir hamlede kurulamaz (abç); arayı bozmamak ve güvensizlik yaratmamak için, yüzyıllar boyu toprak sahibi ve kapitalist zulümden, yüzyıllardır özel mülkiyetten miras kalan güvensizliğin, bölünmeden ve tekrar bölünmeden kaynaklanan düşmanlığın azalma şansı olabilsin diye büyük bir sabır ve özenle bu amaca doğru çalışmamız gerekir.” 

Lenin, ezilen bir ulusun ayrılma süreci karşısındaki tutumunu o ulusun kendi bütünlüğü içinde “ilgisizlik ve tarafsızlık” olarak belirlerken ulusların proleter zeminde bir araya gelmelerinin de “bir hamlede mümkün olamayacağı”ndan hareketle bu birleşmenin güvencesini “devrimin gelişen etkisi”nde görerek “büyük bir sabır ve özen içinde çalışmayla” konuyu bir gelecek sorunu olarak belirler. Bu tutum çerçevesinde aralarında çelişki olmasına karşın devrimin üstünlüğüne ve gelecekteki belirleyiciliğine inanarak Harkov merkezli Küçük Rus etnisiteli proleter egemenliğin Kiev merkezli batı milliyetçiliğiyle devletleştirilmesi esas alınır. Lenin’in sözleriyle uygulamada “pratik bir sorun” olan ulusal sorunun Ukrayna pratiğinde bu tarz ele alınışı gelecek süreçlerde ciddi sorunlara kaynak oluşturur. Her şeyden önce Rusya ve Ukrayna halklarının kaynaşma süreci pek de Lenin’in beklediği gibi gelişmez. Ukrayna’da proletaryanın Rus kimliğine karşın büyük köylü nüfusunun varlığı sonuç olarak bu bütünleşmeye yeterli bir arkaplan oluşturmamıştır. Ukrayna, Sovyetler Birliği içinde bile kendi bağımsız devlet kimliğini korumayı sürdürdü. İkinci savaşta batı Ukrayna’da örgütlenen faşizm, nazi ordularının Sovyet anavatanına saldırısında öncü hatlarda yer aldı. Aynı dinamiklerin mekanik algısıyla olmalı, ikinci savaştan sonra Ukrayna, Birleşmiş Milletler’in kuruluşuna gene kendi devlet yapısıyla katılacak kertede bağımsızlık taşıyordu. Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasında da Belarus’la birlikte yer aldı ve hemen ardından Bağımsız Devletler Topluluğu’na girmeyerek bağımsız kalmayı tercih etti. Tarihsel sürecin bu gelişimi üzerinden geriye dönüp bakıldığında Lenin’in uluslar arasında güven sürecinin tedrici gelişimini esas alan politikasının Ukrayna sürecinde öngörülenin aksi sonuçlara yol verdiği söylenebilir.

Bununla birlikte aynı süreçte aynı olaylar üzerine eleştiri ve değerlendirmelerinde Rosa Luxemburg’un çok güçlü belirlemeler yaptığı bilinmektedir. Luxemburg, Rus Devrimi üzerine yazdığı değerlendirmelerde Lenin’in Baltık devletlerine yönelik ulusal çözümlerini eleştirirken Ukrayna ve diğerlerinin bugüne kadarki siyasal geleceklerine dair oldukça aydınlatıcı bir ışık tutar: “Lenin ve yoldaşları, ‘devlet olarak ayrılmaya kadar’ ulusal özgürlüğün savunucuları olduklarında Finlandiya’yı, Ukrayna’yı, Polonya’yı, Litvanya’yı, Baltık ülkelerini, Kafkasyalıları vs. Rus Devrimi’nin sadık bağlaşıkları yapacaklarını umarlarken, biz tam tersi bir tiyatroya tanık olduk: Bu ‘uluslar’ birbiri ardına hediye edilen yeni özgürlüğü, Rus Devrimi’nin ölümcül düşmanlarına dönüşerek, [Rus Devrimi’ne] karşı Alman emperyalizmi ile ittifaka girmek ve [Alman emperyalizminin] koruması altında karşı devrimin sancağını bizzat Rusya’ya taşımak için kullandılar. (…) Finlandiya’daki sosyalist proletarya, Rusya’nın açık vermeyen devrimci saflarının bir parçası olarak mücadele ettiği sırada, egemen bir güç konumunu elde etmişti; mecliste, ordu içinde çoğunluğa sahipti, burjuvaziyi bayıltacak derecede bastırmıştı ve ülkedeki durumun hakimiydi. Rus Ukrayna’sı Yüzyıl’ın başlarında, ‘Karbowentzleri’ ve ‘Evrenselleri’ [bazı yerel para birimleri -nb] ile ‘Ukrayna milliyetçiliğinin’ maskaralıkları ve Lenin’in ‘bağımsız Ukrayna’ düşküsü [hobisi -nb] henüz icat edilmeden önce, Rus devrimci hareketinin bir kalesiydi. (…) Nasıl oldu da, bütün bu ülkelerde karşı devrim aniden zafer kazandı? İşte milliyetçi hareket, proletaryayı Rusya’dan kopararak felce uğrattı ve çeper ülkelerdeki ulusal burjuvaziye teslim etti. Bolşevikler, her zaman savundukları saf uluslararası sınıf politikası bağlamında, imparatorluğun bütününde devrimci güçlerin en yoğun birlikteliğini hedeflemek, Rus İmparatorluğu’nun bütünlüğünü bir devrim bölgesi olarak dişleri ve tırnaklarıyla savunmak, Rus Devrimi içerisinde bütün uluslardan proleterlerin beraberliğini ve ayrılmazlığını her türlü milliyetçi özel gayretlere karşı yürütülen politikanın ilk şartı haline getirmek yerine, “devlet olarak ayrılmaya kadar, kendi kaderini tayin hakkına” dair gürleyen milliyetçi lafazanlıkla tam tersine, çeper ülkelerdeki burjuvaziye, karşı devrimci çabalarının sancağı haline gelen, en arzu edilen, en parlak bahaneyi verdiler. Çeper ülkelerdeki proleterleri saf burjuva tuzağı olan her türlü ayrılıkçılığa karşı uyarmak ve ayrılıkçı çabaları, bu durumda gerçekten proleter diktatörlüğün anlamında ve ruhunda olan demir yumrukla tohum halindeyken boğmak yerine, parolaları ile çeper ülkelerdeki kitlelerin kafalarını karıştırdılar ve [onları] burjuva sınıflarının demagojisine teslim ettiler. [Bolşevikler] milliyetçiliği böyle teşvik ederek, Rusya’nın parçalanmasına neden oldular, bunu hazırladılar ve kendi düşmanlarının eline, Rus Devrimi’nin kalbine saplayacakları bıçağı verdiler.“ (Rus Devrimi Üzerine, M. Çakır çevirisi)
Görüldüğü gibi, Rosa’nın konuya yaklaşımı Lenin’in aksine ezilen ulusun proletaryası merkezindeki bir ulusal özgürlük çerçevesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu özgürlük çerçevesinin burjuvaziye tanınması koşullarında ezilen ulusun burjuva milliyetçi sürecinin derinleşeceği, Finlandiya ve Ukrayna’da dönemin gelişmelerinin ötesinde günümüze kadarki gelişmelerle doğrulanmış görünmektedir.

Bir diğer taraftan, E. H. Carr’ın anlatımına göre Çarlığa bağlı uluslarla Bolşevizmin yaptığı yeni sözleşmelerden yalnızca Ukrayna devletleşmesinde Lenin’in imzası vardır ve bu karar Bolşevik parti içinde önemli bir tepkiyle karşılanmıştır. Lenin’in ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı meselesini tümüyle ulusal çözüm sürecinin ihtimallerine yönelik bir “ilgisizlik ve tavırsızlık”la ele alışı, örneğin Finlandiya meselesinde Rosa’nın eleştirilerine hak verircesine Stalin’in de doğrudan hoşnutsuzluğuna yol açmıştı: “Aslında Halk Komiserleri Konseyi, bağımsızlığına sosyalist Rusya tarafından kavuşturulmuş olan Finlandiya’nın, ne gariptir ki halkına değil burjuvazisine, istemeye istemeye özgürlük verdi.” Stalin’deki bu hoşnutsuzluk Gürcistan sorununda oldukça müdahil bir tutuma dönüştü. Menşeviklerin ayrılık taleplerine karşı Stalin’in sert müdahalesi keza Lenin’in sert eleştirilerine uğradı. Lenin Gürcistan meselesinde, “özenli ve sabırlı” tarzlarla “ulus”un kendi kaderini tayin hakkını esas almakta ve Stalin’in doğrudan devrimci proletarya temelinde yaptığı müdahaleyi büyük Rus egemenliğiyle ilişkilendirmekteydi. Yaşamının son günlerine denk gelen bu kriz etrafında Lenin bugün cevaplaması bize de düşen şu soruyu ardında bıraktı: “Enternasyonalizm’i nasıl anlamalıdır?” (30 Aralık 1922 tarihli mektup)

Henüz Sovyetler Birliği dağılmadan kendini göstermeye başlayan “SSCB’de Uluslar Sorunu” konusu, Lenin’in bu sorusuna cevap vermek üzere ve onun Stalin ve Buharin’le olan tartışmalarında bir ölçüde tarihsel birikimin daha gerisinde bir devlet aklı öne çıkarmakta oluşunu eleştiren bir çerçevede kendi kendimize tartışılmıştı. (Haziran dergisi, Şubat-Mart 1991) Ancak tarih, olayca aşılamadığı sürece kendi gündemini dayatmaktan asla vazgeçmiyor. Şimdi Lenin’in o zaman gündeme soktuğu dev soru küçükburjuva yakıştırmalarla üzerinden atlanamayacak kertede Ukrayna meselesiyle yeniden gündemdedir.

Burada 2014 Maidan provokasyonu üzerine Fikret Başkaya’nın yaptığı bir röportajda Samir Amin’in yaklaşımları da önemlidir (https://www.yenimuhalefet.com/haber/samir-amin-ukraynayi-karistiranlar-bati-destekli-fasistler-17406), çünkü bilindiği gibi Amin, emperyalizmle ilişkilenmede “bağımlılık ekolü” olarak bilinen metodik bir yaklaşımın kurucu isimlerinden biridir ve bu yönelimi itibariyle konuyu daha çok sömürge toplumlar üzerinden ele alışı onun Ukrayna meselesindeki açıklamalarını oldukça önemli kılmaktadır. Özet olarak şöyle sunabiliriz: (…) neden Ukrayna seçildi? Ukrayna çok suni, çok yapay bir ülke.. Aslında orada üç bölge var.. Bu günkü Ukrayna’nın önemli bir bölümü eski Rus İmparatorluğunun bir parçası. Kırımı saymıyorum o zaten Rus’du ve Rusya’ya dahildi. (…) bilindiği gibi Sovyetler Birliğinin sınırları 1924 de çizildi. Bu sınır çizilirken Rus olmayanlara Ruslardan daha çok toprak verdiler. Bununla Sovyetler Birliği’nin Rus İmparatorluğunun bir devamı olmadığını göstermek istediler. Bu, ‘Büyük Rusya’ egemenliği artık söz konusu olmayacak demeye geliyordu. Dolayısıyla tarihsel olarak Ukrayna’ya dahil olmayan bölgeleri de Ukrayna sınırları içine aldılar. Yeni Ukrayna denilen bölge Rus çoğunluğun yaşadığı yerdi. (…) Ne zaman ki, o yapay sınırlar aniden bağımsız devletlerin ‘gerçek’ sınırı haline geldi, işte sorunlar da o zaman başladı. (…) Kaldı ki, Rus ve Ukrayna halkları kardeş halklardır. Birbirlerine çok yakındırlar. Ruslar ve Ukraynalılar arasındaki dil farkı da çok önemsizdir. Sanki biraz kuzey – güney Fransa, kuzey – güney İtalya farkı kadar. Dolayısıyla bir ülkeyi zayıf bir dil farklılığından dolayı parçalamak abestir.”

Bütün bu yaklaşımların ışığında, Putin’in söz konusu değerlendirmesinde de değinildiği üzere o dönemin zorlu koşulları içinde Lenin’in yordamı bugün için ne şekilde ele alınmalıdır? Bir yandan Alman, diğer yandan Japon saldırıları, iç savaş derinliği ve ülkenin Rus imparatorluğunun egemenlik alanında yeniden devletleşmesinin sorunları Lenin’i haklı olarak zamanının ve tarih bakışının kazanımlarına yoğunlaştırması mümkündü. Gene Carr’ın aktarımıyla Rusya Sovyet Federasyonu, iç Asya’daki müslüman uluslarla şeriat esasında birlikler bile kurmaktadır.

Luxemburg’un gelişmiş bir kapitalizm içinde gördüğü sınıfsal keskinliklerin ulusal soruna katacağı ton farkı bugün emperyalizmin gelişkinliği içinde asla görünmez değildir. Bugün itibariyle ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı gelişmiş sınıfsal farklılıklar nedeniyle ve mücadelenin bu uluslar üzerinden yaratacağı eşitsizlikleri göz önüne alan bir çerçevede değerlendirilmelidir. Proletarya ulusal özgürlük mücadelesini kendi toplumsal kurtuluş mücadelesinin kapsamına alabilecek kertede bir siyasal gücü temsil ettiği koşullarda ulusun kendi kaderini tayin hakkı, tanımı gereği burjuvaziyi de içeren ulusun bütününe göre değil, proletaryanın ve tüm çalışan sınıfların iradesine göre şekillendirilmelidir. Emperyalist kapitalizmin bugünkü ileri evrelerinde enternasyonalizm, ulusun kendi kaderini tayin hakkını, proletarya ve çalışan sınıfların iradesinin ulusun bütünü içinde belirginleştiği koşullarda bu irade doğrultusunda benimsemek ve ulusla bu doğrultuda ilişkilenmektir.

Örneğin toplumsal mücadelede sınıfsal boyutun derinliği itibariyle Kore ve Vietnam’daki devrim ve ulusal kurtuluş süreçlerinde yaşanan bu temeldeki parçalanmalar açıktır ki bugün Kore HC’nin varlığında ve keza Vietnam’da bir dönem için Kuzey ve Güney’in ayrılmasında uluslararası proletarya adına bugüne uzanan kazanımları üretmiştir. Burada konunun Lenin’in tarif ettiği haliyle ezilen halkın egemen ulusa duyduğu güvensizlik meselesinin ötesinde ele alındığı düşünülmemelidir. Sömürgeciyle işbirliği içindeki burjuva önderlikler, her iki örnekte de bir biçimde proleter egemenlik alanından tasfiye edilmişlerdir. Kore HC, güneyin burjuva egemenliğinden tamamen sıyrılarak inşa edilmiştir. Vietnam HC ise keza güney burjuvazisini tümüyle tasfiye etmeyi başarmıştır.

Benzer şekilde, Bolşevik devrim sürecinde Ukrayna’da da doğu Ukrayna’nın Rusya federe sovyetiyle parti ve devlet birliğine yakınlığına karşı batı Ukrayna’nın kendi burjuva bağımsızlığını önde tutması sadece ulusal temelde değil aynı zamanda sınıfsal bir ayrışmaya tekabül etmektedir. Batı küçükburjuva milliyetçi, doğu proleter devrimci bir nitelik taşımaktadır ancak Lenin’in çözümü, batıyı da kazanabilmek amacıyla doğuyu batıyla birlikte, Rusya sovyetik federasyonundan bağımsız bir devletleşmeye yönlendirmek olmuştur. Bu çözümden bugüne kadar gelişen olaylar tarihin zorladığı çözümle ortaya çıkan devletleşme aklı arasındaki uyumsuzluğu göstermiştir.

Ve günümüzde emperyalist kapitalist ilişkilerdeki derinleşme, uluslar meselesinin ulus gerçeğinden çok o ulusun sınıfsal ayrışması temelinde ele alınmasını daha gerekli ve öncel hale geldiğini göstermektedir.

Parçalardaki gelişimin eşitsizliği itibariyle Kürdistan bütünlüğünde ve en gelişkin kapitalist parçayı oluşturması nedeniyle Bakur’da yürütülen özgürlük mücadelesine yaklaşımda Türkiyeli ezen ulus sosyalistleri Kürt ulusal sorununun çözümüne de bu temelde yaklaşmalıdır. Kürdistan proletaryası ve emekçi sınıfları ve özgürlükçü halk hareketiyle bu kapsamı içeren bir siyasal etkiyle ilişkilenmelidir. PKK önderlikli Kürt yoksulları ile KDP önderlikli Kürt burjuvazisinin sömürgecilikten kurtulma mücadelesini ulusal bir genellik içinde ele almak güncelde yaşanan gelişmelerin de gösterdiği gibi oldukça sorunludur. KDP’nin işbirlikçi eğilimi PKK’nin emperyalist ve sömürgeciler eliyle tasfiye edilmesine ortak olmaya kadar derinleşmiştir. Bu durumda Kürt ulusunun siyasal temsilini taşıyan siyasal önderlikler arasında ulusal birlik talebi ve beklentisi Kürt proletarya ve yoksul köylülüğünün özgürlük talebini ve özgürleşme düzeyini daraltıcı olmaktadır. Kürt halkının özgürlükçü ulusal birliği Kürt ulusunun bütün sınıfları temelinde, yani burjuvaziyle birlikte değil Kürt proletaryası ve yoksullarının öncülüğünde belirlenen siyasal alana içkin olarak kavranmalı ve pratik süreç buna göre işlenmelidir. Ezen ulus devrimciliği açısından Bakur ve Başur önderlikleri arasındaki tercih oldukça belirgin olmalıdır. Burada ifade edilen, pratikçe zaten geçerli olan yaklaşımın teorice de kavranmasıdır, çünkü bu teorik sonuca erdirilemediği takdirde bu kez daha örtük haliyle Bakur’daki Kürt özgürlük mücadelesinin liberal önderliğiyle devrimci önderliği arasındaki ayrım gözetilmeksizin ulusun kendi kaderini tayin hakkına bağlılık adına keza mücadelenin burjuva çizgisiyle paralellikler kolayca kurulabilmektedir.

Bu kesit değerlendirme itibariyle Ukrayna meselesini bugünden geriye dönük bir bakışla Stalin’in Gürcistan sorunundaki yaklaşımına göre nasıl düzenlenebileceğini irdeleyecek olursak, Harkov merkezli bugünkü Donbass eyaletinin tümünü içine alan Küçük Rus etnisiteli özerk sovyetin varlığında ikinci savaştan bu yana bölgesel siyasal sürecin daha sorunsuz akacağı tahmin edilebilir. Ve sanki süreç bugün itibariyle bu yönlü gelişmektedir. Bu arka plan elimizdeki gündeme, Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesine indirgendiğinde ise söylenebilir ki Putin’in konuşmasındaki sovyet tarihine ilişkin yaklaşımlardan emperyalizm kokusu çıkarmak ya da imparatorluk genişliğinde devletleşme çabası görmek oldukça yakıştırma kalmaktadır. Yukarıda da ifade edildiği gibi bunlar burjuva Rusya’da geleceğin düzeylerini oluşturabilirler ama bugün henüz gündemde değillerdir. Sovyetler Birliği’nin dağılışını gereksiz bir “intihar” olarak gören Putin’in söylemleri Doğulu bir devlet sınıfı ideolojisine uygun olarak devletin devamlılığı çizgisine daha yakın düşmektedir.

Çin’in “Tarihsel Nihilizm” Perspektifi

Bu konu 70’lerin ortalarından itibaren emperyalizmin içine girdiği üçüncü bunalım dönemi saldırıları sonrasında, Sovyetler Birliği’nin dağılmasına karşın çok daha büyük bir nüfus ve daha geri üretici güçler düzeyine sahip olmasına karşın Çin’in bu badireden kendini daha da güçlendirerek çıkmasını sağlayan yaklaşımı öne çıkarmaktadır.

Putin, Şi Cingping’ten 6 ay kadar büyüktür ve bu ikisi neredeyse aynı zaman aralığında dünyanın en önde gelen iki büyük devletinin başına geçmişlerdir. Bununla birlikte Şi, Çin devriminin kurumlaşma sürecinde ve özellikle Kültür Devrimi içinde gelişmiştir. Putin ise Sovyetler Birliği’nin revizyonizme tabi hızlı bir batılılaşma süreci içinde kendi devlet tecrübesini edinmiştir. 80’lerin sonlarına doğru hem Sovyetler Birliği hem de Çin, Gorbaçov ve Deng Şiaoping gibi benzer liberalleşme çizgilerinin yol açtığı siyasal çalkantılar içinden geçmiştir. Bu çalkantılar Sovyetler Birliği’ni tarihe karıştırırken Çin o günden bugüne güçlenerek gelişmiştir.

Şi, Deng Şiaoping’ten sonra partiyi ve devleti “Çin’e özgü marksizm” anlayışı temelinde günün koşullarına uygun bir şekilde güçlü bir rönesans sürecine soktu. Toplumu sosyalist siyasal süreç içinde tutmanın öncelikli yolunun devleti, bunun için de partiyi burjuva eğilimlerden arındırmayı esas aldı ve yolsuzlukla şiddetli bir mücadele kampanyası yürüttü. ÇKP’nin 100. kuruluş yılı itibariyle yapılan değerlendirmelerde, parti ve devlet içindeki yozlaşmanın keza devrimci parti ve sosyalist devlet üzerine bir inkara varmasını engellemek üzere “tarihsel nihilizm” kavramı öne çıktı. Bu çalışmaların yoğunlaştığı 6. merkez plenumunda uzun bir parti tarihi anlatısı ve partinin gelenekleri ve gelecek perspektifi ve esasları sıralandı. Xinhuanet, ayrıntılı metin henüz saklı tutulmakla birlikte, bütün bu kapsam içindeki “tarihsel nihilizm” bahsini şöyle özetledi: “Şi, tüm ÇKP üyelerini devrimci zamanlardan gelen gelenekleri devam ettirmeye, devrimcilerin cesur ruhunu korumaya ve yepyeni bir yolculuğa doğru yürümeye çağırdı. Parti birliği ve dayanışmasının korunmasının ve net bir politik tutum almanın ÇKP’nin can damarı olduğunu, bunun 100 yıllık bir parti kurmanın ve onun tarihsel başarılarının anahtarı olduğunu kaydetti. (…) Tüm parti üyelerinin parti tarihini doğru bir şekilde anlamalarının ve tarihsel nihilizme kesin bir şekilde karşı çıkmalarının gerektiğini vurguladı.” Bu çerçevede partiye yakın basında “Parti tarihi ve şehitleri üzerine dedikodulara karşı” kampanyalar örgütlendiğine dair haberler ve buna halk yığınlarının katılımı için telefon numaralarının bildirimi eklendi. Böylece 100. yılına girerken partinin geçmişindeki bütün sorunların süpürülerek bütünleşik bir parti yaratmanın yolu tutulmuş oluyordu.

Şi’nin bu konuyu öne çıkartması, özellikle dünyanın oldukça kaotik bir sürecinde parti ve devletin başına gelirken, böyle bir anaforda dağılan Sovyetler Birliği’nin durumuna düşmemeye yönelik özel dikkatini göstermekteydi. “Tarihsel nihilizm” kavramı ve bu kavram eşliğinde Sovyet çöküşüne dair yapılan değerlendirmeler her ne kadar son yıllarda öne çıkmış olsa da, Çin’i yakından izleyen kimi batılı yayınlar açısından uzun süredir değerlendirilmekteydi. Hatta Şi’nin göreve geldiği günden itibaren bu konuda parti merkez organları içinde tutulmuş ve kamuya açılmamış metinlerin varlığından da söz edilmektedir. Bununla birlikte, az çok ciddiyetine güvenilebilecek kimi yayınlarda bu gizli metin hakkında yapılan kısmi deşifrasyonlar, “tarihsel nihilizm”e dair daha sonra yapılan resmi açıklamaların mantığına uygun düştükleri için üzerine konuşulabilir niteliktedir. Şi’nin Sovyet çöküşüne yönelik eleştirisi National İnterest’te “Sovyet tarihinin tam bir inkârı, Lenin’in inkârı, Stalin’in inkârı, tarihsel nihilizm arayışı vardı. Büyük sovyet sosyalist ulusu parçalara ayrıldı” şeklinde yer alırken bu cümlelerin içinde yer aldığı, resmi olmayan daha genişçe bir pasaj şöyledir: “[Sovyet çöküşünün] önemli bir nedeni, ideolojik alandaki mücadelenin son derece şiddetli olmasıydı; Sovyet tarihinin tam bir inkârı, Lenin’in inkârı, Stalin’in inkârı, tarihsel nihilizm arayışı, düşünce karışıklığı vardı. Yerel parti örgütlerinin neredeyse hiçbir rolü yoktu. Ordu, partinin gözetimi altında değildi. Sonunda, büyük Sovyet Komünist Partisi kuşlar ve hayvanlar gibi dağıldı. Büyük sovyet sosyalist ulusu parçalara ayrıldı. Bu devrilmiş bir arabanın yoludur.” Yukarıda bahsedilen 100. yıl parti perspektifleri bütünüyle bu değerlendirmelere yol verecek özel çerçeveler taşımaktadır. Şi’nin bu tarih bakışı itibariyle Mao’dan Deng Şiaoping’e, oradan kendisine uzanan çizgi övgüyle bütünleştirilmiş ve bütün ekonomik ve sosyal reformlar ancak parti ve ordu kalıpları arasında kendilerine bir yer bulabilirlerken partinin ve onun ordu üzerindeki kontrolü güçlü bir ideolojik muhtevaya kavuşturulmuş oluyordu.

Çin’in bu değerlendirmelerine burada ağırlık vermemiz Rusya’nın Putin tarzı önderliğinin ortaya çıkmasındaki yeri itibariyledir. Ve aslında Şi’nin altını çizdiği konu, Gorbaçov reformlarına karşı Deng Şiaoping’in eleştirisini esas almaktaydı. Deng, kendi yönelimi itibariyle, bu tarz liberal açılımlar öncesinde devletin güçlendirilmesini gerekli görmekteydi.

Putin’in marksist leninist ideolojiye sahip olmadığı kesindir ve bu nedenle sovyet devletleşmesindeki yönelimleri üzerinden eleştirdiği Lenin kadar Gorbaçov’u da, bu kez, Sovyetler Birliği’nin dağılmasındaki rolü üzerinden eleştirmesini bu tarihsel nihilizmden bir uzaklaşma olarak görmek mümkündür. Sovyet dağılışı sırasında Nato’nun Doğu’ya doğru genişlemeyeceğine dair taahhütlerini imza altına almayarak bugünkü Ukrayna krizinde önemli sorumluluk taşıyan Gorbaçov’un yaş gününü tam da krizin göbeğinde kutlaması bu devamlılığın bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Keza ikinci savaşta Hitler ordularının Rusya’ya yönelik saldırılarının arkasındaki batılı devletlerin varlığı ve Sovyet ordusunun zaferi üzerine açtığı tarih tartışmaları Rus devlet sınıflarının ideolojik ve politik devamlılık çizgisi olarak görülmelidir. Yeltsin’in değiştirdiği ulusal marşı kimi söz değişiklikleriyle yeniden eski Sovyet marşıyla değiştirmesi, Stalin’in oğlunun mezarını Moskova’ya taşıması gibi rötuşlar üzerinden ortaya çıkan sonuç, Stalin sonrası Sovyet bürokrasisinin batı emperyalizmine karşı günden güne silikleşen devlet ve toplum özgüveninin Rus devlet sınıflarınca yeniden inşa edilmekte oluşudur. Şi’nin Çin’i korumanın devlet aklı olarak öne çıkardığı “tarihsel nihilizm”den uzak durma önermesi Putin ve Rus devlet sınıfları tarafından bir devlet aklı düzeyine çıkartılmış durumdadır.

Görece yoksul sayılabilecek Rus toplumunun önümüzdeki süreçte yaptırımlar ve yeni dünya dengesi itibariyle tıpkı 90’lardaki gibi yeni bir sömürgeleştirmeye uğramadan bu darboğazdan geçme güvencesi, devlet sınıflarının toplumu koruma güdülerini siyaseten egemen tutabilmeleriyle orantılı olacağı için Rus bürokrasisinin Sovyet gölgesini tümüyle terk etme eğilimine girmekten kısmen uzak kalacağını ve proletarya ve çalışan sınıflar açısından siyasal demokrasinin keza kısmen korunmasına yol açabileceğini söylemek mümkündür. Savaş ve yaptırımlar nedeniyle ülke finans kapitalinin güçlenerek siyasal egemenliğe çıkmasını mümkün kılan koşullar, yukarıda belirttiğimiz haliyle kamucu devlet sınıfları ideolojisi itibariyle toplumda ve siyasette eski Sovyet tercihini de giderek yükseltmektedir. Bu nedenle yukarıdaki satırlarda ifade ettiğimiz gibi bir yandan Glaziyev’in önerileri toplumda ve devlet politikalarında ciddi karşılık bulurken, aynı zamanda Rusya federasyonu komünistlerine ulusal bayrağı eski Sovyet bayrağıyla değiştirmeyi önerecek kadar cesaret de verebilmektedir. Sair gerekli koşulların varlığı halinde bu gelişme diğer ülke proletaryaları üzerinde de bir frekans katkısı sağlayabilir. Uluslararası proletaryaya sağladığı bu avantaj için Putin’in temsilcisi olduğu devlet sınıflarının anti emperyalist ideolojiye sahip olmalarının hiç gereği yoktur. Bu kesimin, dünya gidişinin böyle kritik bir evresinde öne çıkan inisiyatif üstünlüğü emperyalist dünya dokusunda zaten bir boşluk yaratmaktadır. Bu boşluk uluslararası proletaryanın mücadelesinde önemli bir avantaj olarak görülmelidir.

Velev ki Emperyalist…

Emperyalist sistem bunalımının en derin evresini yaşıyor. Bu bunalımdan çıkış yolu olarak Doğu pazarları ve üretici güçleri üzerinde hakimiyet kurma sürecini yenileme çabası uzun yıllar yalnızca İran’ın akıl almaz direnciyle engellenirken bu savunma hattının yarattığı imkanla artık Rusya da emperyalist yayılmaya karşı yeniden bir sınır oluşturmuş bulunuyor.

Rus devlet sınıfları 70 yıllık sosyalist birikimin kendilerine bıraktığı toplum devlet ilişkisi, yüksek onurlu bir tarihsel arkaplan ve ileri düzeyde üretici güç birikimiyle İran direnişinin kadim karakterinin sınırlılığını aşarak duruşunu ikinci savaştan bu yana süren emperyalist hegemonyadan bunalmış modern uluslar ölçeğinde bir alternatif sistem önerisine getirebilmiş durumdadır. Bunu tek kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya geçiş olarak ifadelendiriyorlar ve Çin ve İran gibi bunalım döneminde kendi bağımsız yeniden üretim süreçlerini sürdürebilmiş güçlerle anglo-siyonist emperyalizmin tahakkümünden yılmış sair yerel burjuvazilerin az çok soluklanabileceği bir yeni dünya düzeni formatına sokma gücüne erişmiş durumdalar. Rusya’nın bu yükselişi, emperyalist dünyanın tahakkümü altında yaşamaya ve düşünmeye alışmış liberaller ve Kautsky solu tarafından doğru bir şekilde algılanamıyor. Daha da ötesi, emperyalist egemenlik karşısında benimsenmiş bir yenilgi ideolojisiyle düşmanca bir inkâra uğruyor. Bu çerçevedeki en belirgin söylem Rusya’nın da (Çin’le beraber) emperyalist olduğu; dolayısıyla Rusya’nın verili emperyalist dengeleri etkileyecek hamlelerinin karşısında, önümüze çıkan imkanların irdelenmesi ve değerlendirilmesinden ziyade gündelik mücadeleye hapsolup kalan, emperyalist kapitalizmin temellerine yönelmeyen, sonuçlarını az çok kabul edilir kılmaya çalışan reformist ve teslimiyetçi politika, bütün bu ideolojik düşüklüğün siyasal şekillenmesi olarak beliriyor. Oysa, Rusya’nın (ve de Çin’in) emperyalist olduğu kabul edilse bile, emperyalistler arasındaki çatışmada uluslararası ve/veya yerel devrimin kendini ilerleteceği çatlaklar bulmak mümkündür ve mücadele kendi taktiklerini ortaya çıkan bu önemli imkânların istihdamı doğrultusunda geliştirmeyi esas almalıdır. Ne var ki, genelde dünya solu ve yüksek ölçüde bir devrim nesnelliğine sahip olması itibariyle özelde ülke solu, emperyalist savaşta her ülkenin proletaryasının kendi hükümetine karşı savaşı öne çıkarmasını öneren klasik kalıbın arkasına geçerek kendi reformist atıllığına gömülüp kalmayı tercih etmektedir.

Leninizmin prensip çizgisi, hiçbir şekilde yerel proletaryanın devrimci eylemini uluslararası proletaryanın uluslararası burjuvaziye karşı mücadele perspektifinin dışında ele almayı getirmez, getiremez. Aksine özellikle burjuvazinin uluslararası düzeyde örgütlenmesinin en üst düzeyde olduğu emperyalizm koşullarında, bu örgütlülüğün emperyalist savaş nedeniyle dağıldığı, zaafa uğradığı koşullarda devrimci proletaryanın uluslararası eylemi ve taktik planlaması en belirleyici hale gelir. Bugünkü koşullarda proletaryanın enternasyonal örgütlenmesinin yokluğu, bizlerin süreci bu perspektifte değerlendirip yönlendirmeye çalışmamızın önüne geçemez. Ancak, küçükburjuva sosyalizmi emperyalist savaşta proletaryanın uluslararası mücadelesinin mevzilenme ve avantajlarına gözlerini kapatarak, özellikle de mücadele düzeylerindeki eşitsizlikleri görmezden gelerek sınıf karakterine uygun bir şekilde en yerel bağlamı en genel taktiğe bağlıymışçasına kendi ulus alanında ele alır. Kendi mücadele somutluğunu genel bağlamın soyutluğu içinde belirleyeceğine genel bağlamın somutluğunda kendi mücadelesini soyutlaştırır ve böylece proletaryanın uluslararası mücadele ihtiyaçlarını tümüyle görmezden gelerek kendi mücadelesini yerellikle daraltır. Böylece, uluslararası mücadelenin taktik üstünlüklerini yerel mücadelede öne çıkartmaktan geri düştüğü için yerel mücadeleyi de geriletir.
Dünya ve Türkiye solunun emperyalizmin en derin kriz sürecinin ortaya çıktığı 2020 Mart’ından bu yana önce salgın ve şimdi de Ukrayna savaşını emperyalizme karşı güçlü bir mücadele iklimine çeviremeyişi, özellikle ‘90 dağılışıyla gelişen küçükburjuva teslimiyetçi siyasal bakışının eseridir. Salgın sürecinde aşı kuyruklarına girip proletaryayı da aynı kuyruklarda emperyalizmin hükümetlerine bağlayan küçükburjuva solculuğu, emperyalizme tabiiyetini şimdi de savaşın yol açtığı çatlakları ülke ve dünya proletaryasının gözünden saklayarak tıpkı Kautsky gibi bunu, durumun devrimci bir atılıma dönüşmesini engelleyen işbirlikçi bir çizgiye dönüştürüyor.

Kautsky solu Ukrayna savaşının, emperyalist olup olmamasından ayrı bir şekilde Rusya ve ittifaklarının üstünlüğüyle sonuçlanmasının uluslararası proletaryanın emperyalizme karşı mevzilenmesinde ve mücadelesinde getireceği kazançları görmediği gibi, aksi durumun yol açacağı ağır sorunlardan da habersiz görünüyor. Çok açıktır ki birinci koşulda, yani Rusya ve ittifaklarının üstünlüğü koşullarında emperyalizmin bunalımı doğrudan kendi içine hapsedilerek yüksek refah düzeyi itibariyle aristokratik bir ilgisizlik içindeki emperyalist anayurtlardaki proletaryanın kendi hükümetlerine karşı ayaklanmasının yolunu açacaktır.

Emperyalist ülkelerin paylaşımın askeri tarzlarını yükseltme gücünde olmadığı bugünkü koşullarda yüksek enerji fiyatları ve gıda sorunu emperyalist ülke proletaryalarını ülke burjuvalarının kriz politikalarından ayrıştıracaktır, çünkü emperyalist burjuvazinin bu öfkeyi topyekûn bir savaşa evriltme şansı yoktur. Emperyalist anayurtlardaki bu kriz elbette emperyalizme bağlı geri ülkelerde de misliyle kendini gösterecektir. Yani, her ülke proletaryası kendi hükümetiyle mücadeleye girsin, soyutluğu somut bir mücadele taktiği haline gelecektir. Bu gelişme “emperyalist paylaşım”da güçlü olan tarafı proletaryanın devrimci eyleminden koruyucu olmayacaktır, çünkü Rusya somutunda, mevcut burjuva iktidar emperyalist dengenin yeni şekillenmesinden yanadır ama bunun dünyada devrimci bir dalga haline gelmesinden yana değildir. Bu nedenle, emperyalizmin kendi krizinden çıkmasının imkânsızlığı Rusya’yı bir kriz alanı haline getirecek ve Sovyet zamanlarını arayan proletarya devlet sınıfları iktidarını sınıfın devletiyle değiştirmek üzere hareket edebilecektir.
Bir diğer durumda, yani mevcut emperyalist sistemin çekirdeğini oluşturan emperyalist Batının bu süreçten üstün çıkması halinde, her şeyden önce, emperyalizm belki de tarihinin en çözümsüz krizinden, kendini tekrar canlandıran bir çözümle çıkma şansı bulacak, Doğu’ya yayılmasının önündeki Rusya ve ardından İran engellerini aşarak Çin’i kuşatma imkânı elde edebilecek ve tıpkı 90’larda olduğu gibi bu üstün inisiyatifle bütün ülkelerin küçükburjuvazisini ve uluslararası proletaryayı fiilen ve ideolojik olarak kendi hâkimiyeti altına alacaktır.

Bu, dünyada, bölgede ve ülkede devrim koşullarının yüksek düzeyde bastırılması demektir.

Örneğin Kürt devrimi üzerindeki Nato operasyonu daha sonuç alıcı olabilecek, Latin Amerika’daki devrimci direnişi ve devrimin ülkelerini sindirecektir. Sadece devrim değil devrim fikri bile, yeni bir kriz gelişene kadar toplumsal hayata ne evrensel bağlamda ne de yerel ölçekte kendini dayatıcı olabilecektir.

Dünya devriminin bu süreçleri itibariyle emperyalist savaşın taraflarını uluslararası proletaryanın çıkarları açısından eşit mesafede görmek mücadelenin eşitsiz gelişimini görmezden gelen tam bir küçükburjuva eşitlikçiliğidir. Oysa doğada ve toplumsal hayatta böyle bir eşitlik hali belki sadece bir durumdan öbürüne geçerken çok geçici bir dönem için söz konusu olabilir ve sürecin tamamına bu eşitlik hali asla hâkim olamaz. Bu eşitsizlikleri gözetmeyen, verili farklılaşmanın uçlarında uluslararası proleter mücadelenin yerele taşınabilecek avantajlarını görmezden gelen bir siyasal bakış ancak mücadelenin somut imkânlarıyla alakasını kesmiş bir kayıtsızlık eseri olabilir. Devrimci somutluktan uzaklığın temsili olur. Marx’ın sözleriyle, egemen düşünce egemenlerin düşüncesidir. Politikanın taktik zenginliklerini açığa çıkartarak istihdam edebilmek için öncelikle burjuvazinin kendi sınıf çıkarları adına zihnimizi kilitlediği liberal, küçükburjuva tekerlemelerin dağıtılması ön koşuldur. Emperyalizminin propaganda araçlarında ve propagandada araçlaşmış kişi ve kurumlar üzerindeki hâkimiyeti onun proletarya ve emekçi halklar üzerindeki düşünce egemenliğine imkân sağlıyor. Eşitsiz ağırlıktaki karşılaşmada eşit mesafe üstün olanın yararına olacağı için salt propaganda savaşı bile bu üstünlüğün pekişmesine, emperyalizmin politik hâkimiyetine ve “kebir devlet” algısının koyulaşmasına yol açacaktır. Sol liberallerin, liberal solcuların, Kautsky solunun ideolojik ve politik üstünlüğünün kalıcılaşmasına yol verecektir. Lenin’in Alman emperyalizmiyle geçici uzlaşmalar araması ya da Rojava devriminin büyük güçler arasındaki çelişmeden kendi doğrultusunda imkânlar çıkarmaya çalışması, devrimci bir yönelimin gereksindiği taktik ağırlıkların yeri geldiğinde nasıl stratejik gelişmelere yol açabildiğini bize gösteriyor. Kautsky solunun yaşamın gerçeklerinden koparılmış ilke tekerlemelerinin pratik politik muhtevası ise mevcut emperyalist dengeden yana hayırhah kalmaktır Bu devrimci proletaryanın değil, yerel burjuvazinin tavrıdır.

Paylaşın