Hasan Gezgin, İsmail Güldere, Umut Yazıları

Sosyalist strateji tartışmaları ve birleşik devrimden kaçış – İsmail Güldere/Hasan Gezgin

Kaptanın seyir defteri batmak üzere olan geminin son tekmillerini yazıyor. Her kesim tarafından okunması güç olmayan Türkiye’de siyasal iktidarın çözülüşü ve çöküşü süreci alternatif iktidar odaklarında bir hareketlenmeyi, yenilenmeyi ve tartışmayı beraberinde getiriyor. AKP-MHP faşizminin başta Kürt Özgürlük Hareketi ve devrimciler olmak üzere başlattığı çöktürme ve faşizmi kurumsallaştırma planı stratejisi “başkanlık sistemi” adı altında ilk döneminde büyük bir başarısızlık ve gerileme yaşayarak yıkılma noktasına gelmiş bulunuyor. Kabul edilmesi gerekir ki bu AKP-MHP faşizminin sadece kendi politikalarının başarısızlığı sonucu değil, savaş ilan ettiği güçlerin bu ilan karşısındaki iradi duruşu ve mücadelesi sonucu bu çöküş gerçekleşiyor. Objektif koşulların sübjektif koşulları hızla etkilediği ancak sübjektif iradenin kırılmaması ile objektif durumun değişimi yaşanıyor.

Kriz, sınıf ve sosyalist strateji tartışmalarında ilk ayrılığımız bu politik okumanın yönüyle gerçekleşiyor. Başlangıç olarak bir kavganın içinde değilseniz o kavganın hem siz hem de karşı taraf üzerinde yarattığı etkileri sadece gözle gördüklerinizle yorumlayabilirsiniz. Ancak darbeleri hissedebilmek, darbelerden korunmak ya da darbelemek için kavganın içinde olmanız gerekiyor. Nesnel koşullara teslim olan bir devrimcilik öznel gücünü açığa çıkartamaz, bu anlamıyla Türkiye devrimci hareketindeki köklü tartışmalardan birini oluşturan “öncü” konusu bu aşamayı kapsıyor. Hem sosyalist stratejiyi kurmak hem de bunun öncüsü olabilmek için öncelikle stratejik konumlanmamızı elekten geçirmek gerekiyor. Eleğin üstü bugün hala kendi taşlarından arınamayan, statükosunu koruyan Türkiye devrimci hareketi içindeki sol’a yaslı, düzen sınırlarını aş(a)mayan kümede vukuu buluyor. Elekten taşlarını dökerek arınanlar ise Küba kıyılarına çıktığında sekiz kişi kalsa bile devrime yürüme iddiasını sürdüren Fidel ve arkadaşları gibi ya da liberal sol’un deli gözüyle baktığı Lenin önderliğindeki Bolşevikler gibi “dar örgüt sınırları” (dışarıdan bakıldığında görülen profil bu) içerisinde kümeleniyor.

Doğru bir stratejiyi üretebilmek için geleceğin şartlarını karşılayacak öngörüye sahip olmak gerekiyor. Bugün sosyalist strateji tartışmalarında kulak biraz tersten tutuluyor. Öngörülen faşist iktidarın yıkılış süreci sosyalist stratejinin belirlenmesi tartışmasını doğuruyor. Halbuki olması gereken bundan 6-7 yıl önce iktidarın faşist kurumsallaşma faaliyetine izin vermemek üzere bir sosyalist strateji etrafında buluşmaktı. Faşizmi bu kadar güçlenmesine izin vermeden Gezi’yi bir yenilgiye değil yeni bir örgütlenme dinamiğinin, başkaldırının, isyanın, ayaklanmanın zemini yapabiliyor olmaktı. Bu geçmişe bir yakınma değil bugün de yürütülen tartışmalarda görünmeyen devrimci mücadelenin atılan adımlarını bir adım daha öne çıkartma önsözüdür. Bu anlamıyla bugün konuşulan strateji proaktif karakterde olmalı, şartların oluşmasını beklemek yerine şartları oluşturmayı amaçlamalıdır. Çünkü yürütülen tartışmalardaki önermeler, sorular, program ve maddeler bir yerde dönüp dolaşıyor ve reformist cephede buluşuyor. Kimse adını bu şekilde koymuyor elbette, ancak anlatılandan çıkan bu gerçeklik, faşizmi yıkma stratejisini ortaya koymuyor. Faşizme karşı nasıl mücadele edileceği konusunda yasal yönlü araçlar dışında mücadele araçlarını konuşmuyor, öngörmüyor ve var olanları da görmezden geliyor.

Bu tartışmalarda özel olarak hiç değinilmeyen bir noktayı ilk olarak değinmek, yürütülen tartışmalarda kendi siyasal konumlanmasından makul, düzen dışı bir tartışma yürütmeyi amaçlarken yürütülen tartışmanın düzen içi sınırlarda devam etmesini durduralım. Hiçbir toplumsal mücadele dinamiği kendiliğinden değil sınıf çelişkilerinin derinleşmesinden ve mücadelenin boyutundan güç alarak harekete geçiyor. Öyle ki Gezi ayaklanmasından bugüne kabuğuna çekilen sol’u da bu tartışmalara iten bu mücadele dinamiğinin geldiği siyasi-askeri boyut ve faşizm karşısındaki duruşunun başarısı oluyor. Hiçbir toplumsal mücadele dinamiği örgütsüzlük rüzgarından güç alıp direnişe geçmiyor aksine tüm toplumsal mücadele dinamikleri ne kadar örgütlü durulursa o kadar çok faşizme karşı mücadele edebilir, ne kadar birleşilirse faşizmin geriletilebilir olduğunu görüp örgütlü güçlerin rüzgârı ile harekete geçiyor. Bahsi geçen “direniş franksiyonu”nu oluşturan tüm mücadele dinamikleri içinde bir devrimci örgüte ya da devrimci bir örgütün üyesine rastlamak mümkün oluyor.

Bu kısmı daha derinleştirmek açısından öncelikle bu tartışmaların fitilini ateşleyen yazar Ali Ergin Demirhan’nın yazısını esas aldık, çünkü bu işte baştan itibaren bir terslik bulunuyor. Yazarın “Direniş franksiyonu” yazısına başlığını veren bölümü alıntılayarak devam edelim.

“Yenilgilerle ehlileşmiş Türkiye sosyalist hareketinde, temsil alanındaki siyaseti esas alarak sınıf mücadelesini talileştiren, anti-faşist mücadelenin gerekliliğini yadsıyarak mücadeleyi olağanüstü durumun sonrasına erteleyebilen eğilimlerin yanı sıra alttan alta gelişen bir başka eğilim söz konusu. Sosyalist hareketin dar örgütsel sınırları içinde değil, toplumsal muhalefetin en geniş yelpazesi içinde gelişen bir dinamizm. Var oluşunu yazı boyunca tarif etmeye çalıştığımız siyasal çatışmanın dayattığı gerçeklikten ve sokaktaki gerçek hareketten alan, hem sistemin diyalektik karşıtı hem de sol yapıların fiili eleştirisi olan bir “direniş fraksiyonu” bu.

Kim örgütlüyor bu kadın hareketini? Boğaziçi’nden Melih Bulu’yu kim gönderdi? İşçilerin hareketlenmesinin ardında kim var? Ekoloji direnişleri hangi fraksiyonun? OHAL’de direnen kimdi, pandemi bahaneli muhalefet etme yasağını reddeden kim? Kürt düşmanlığına, mülteci düşmanlığına, dinin devlet işleyişinde ve toplumsal yaşamın düzenlenmesinde belirleyici hale gelmesine, LGBTİ+ düşmanlığına, sağcılaşmaya yüksek sesle karşı çıkan kim? Faşizmin saldırı ve tehditleri karşısında sinmek yerine sokağa çıkan, olası sert bir çatışmada barikatı kuracak olan kim? Özne, Türkiye sosyalist hareketini de yeniden şekillendirecek olan “direniş fraksiyonu”dur.”

Türkiye işçi sınıfı ve ezilen halkları üzerindeki baskı, zulüm, savaş politikalarını etkileyen siyasal süreçte yaşanan Gezi Ayaklanması, 6-8 Ekim Kobane Serhıldanları, 7 Haziran Seçimleri, 5 Haziran, 20 Temmuz, 10 Ekim… katliamları, 15 Temmuz Darbe Girişimi, Afrin, Serekaniye, Tel Abyad işgalleri faşizmin yönetim dinamizmini açığa çıkarttığı gibi devrimcilerin de direniş-mücadele-diz çökmeme-teslim olmama dinamizmini açığa çıkarttı. Savaş politikalarının tüm özel yöntemleri üzerine kurulu olan bu faşist iktidar için belirleyen bu dinamizm oldu ve buradan beslendi. Yürüttüğü politikalardan sual olunmaz bir noktaya doğru hızla evrilirken sınır dışı askeri operasyonlarla Kürt hareketini, sınır içi polis operasyonları ile devrimci hareketi ve toplumsal muhalefeti teslim almaya çalıştı. Yüksek güvenlik politikaları çerçevesinde demokratik kamuoyu terörize edilerek hareketsiz kılınmaya, sokak röportajları dahi siyasal bir kuşatmaya dönüştü. Ancak gelinen noktada hiç kuşkusuz son 6 yılını kesintisiz savaş içinde sürdüren Kürt Özgürlük Hareketi, onunla stratejik devrim ortaklığı yürüten Türkiye Devrimci Hareketinin bir bölümü, bu kuşatmayı parçalamada önemli bir mevzi kurdu. Faşizmin enerjisini büyük oranda üzerine çekti ve bu enerjiyi tüketti. AKP-MHP faşizminin planları bu aşamada başarısız oldu ve sonuçları Türkiye işçi sınıfı ve ezilen halklarının, kadınların, gençlerin, LGBTİ+ların toplumsal mücadeledeki yerlerini yeniden güçlendirmesi ile sonuçlandı. Bu demek değildir ki sadece bu güçlerin direnişi bu güçlenmeyi yeniden sağladı, ancak bu güçlenmenin önemli bir dinamizmini hiç şüphesiz bu güçler yarattı.

Yazar, yazısının bu kısmı ile kendi politik konumlanmasını açık ediyor. İçişleri Bakanı S. Soylu’nun dahi dilinden düşürmediği devrimci örgütleri görmezden gelerek bir “franksiyon” yaratıyor. Cevabını aradığı, bulamadığı örgütlere her gün polis operasyonları yapılıyor. Her gün onların katıldığı direnişler marjinalleştirilmeye, üyeleri oldukları partiler basılmaya, parti üyeleri kaçırılmaya çalışılıyor. “Kim”in tarafından örgütlendiği çok açık olan bu direnişler, ne bu tartışmalara katılan Oğuzhan Kayserilioğlu’nun dediği şekliyle “halkın barajı” ne de “direniş franksiyonu” olarak nitelendirilerek devrimci örgütlerin, devrimci siyasetin etkisi silikleştirilebilir. Bu mücadele dinamiklerinin hepsi örgütlü birer gücü temsil ediyor ve faşizme karşı birleşik mücadelenin zemininde reformist, liberal soldan kopmaya, hesap sormaya çalışıyor. İşçi-emekçi mitingi böyle bir arayışın ürünü olarak kendini bir çok “sınıf” partisinden ve sendikalardan kopararak gerçekleşiyor. Mahallelerde kurulan özgürlük meclisleri böyle bir arayışın ürünü oluyor. Faşizme karşı mücadelenin yöntemleri sokak açıklamalarını çoktan aşmış fiili eylem örgütleme ve hesap sorma temelinde gelişiyor.
Biraz daha pekiştirmek istiyoruz.

“Ama 2013 Haziran İsyanı’nın yenilgisini takip eden bol seçimli yıllarda, istemesek bile sistem içi saflaşmaya mahkûm olabileceğimizi gördük. Sandığı kuşatalım derken sandık tarafından kuşatıldık. Düzen karşıtı söylem ve niyetlerimiz bizi kurtarmaya yetmedi. Öyleyse meseleyi ciddiyetle tartışmalı, sistem içi saflaşmaya mahkûm olmamanın güvencesini de söylemde ve niyette değil, bu sistemle sorunu olan toplumsal kesimlerin gerçek hareketinde aramalıyız.”

Yukarıda ki bu satırların sahibi olarak Ali Ergin Demirhan’ın söylemleri özünde olumlu görünüyor. Ancak cehennemin yolu da Lenin’in deyimiyle iyi niyet taşlarıyla döşeniyor. Onun yazısının pek ala özü kendisinin menkul olduğu ‘sol’ tarafla alakalı bulunuyor. Bu sebeple Türkiye Sosyalist Hareketi’ni (TSH) kendisinden ve benzerlerinden menkul görmek anlayışı önermeler kısmında türüyor. Bir örnek vermek gerekirse, “Yenilgilerle ehlileşmiş Türkiye sosyalist hareketinde…” cümlesindeki ehlileşmek kelimesi TSH’ye kendisini mensup hisseden hangi yapılar için geçerli bulunuyor? Bir devrimci örgütün programatik görüşleri esas itibariyle kendi iradesini mümkün kılar. Buradaki iradenin mücadele azmini, stratejisini, taktiklerini ve eylem gücünü oluşturduğunu varsayarsak evet, yenilgilerle ehlileşmiş birçok yapı görülüyor. Faşist iktidar karşısında ölü taklidi yapmak ya da baygın numarası ile faşizme karşı mücadele etmek hiçbir zaman geçerli bir numara olmuyor, fakat şimdi bu tartışmalar yürütülüyor, peki ya Kobane Serhıldan’ından sonra, Gezi’den sonra veya 15 Temmuz’dan sonra neden bu tartışmalar yürütülmedi? “Kim örgütlüyor bu …. Hareketini?” diye sorulan sorunun mevcut siyasetteki izdüşümde ehlileşmeyen ve sürekli olarak egemenlerin devrimciler üzerinde kurmaya çalıştığı ablukayı onlarca yerinden delmeye çalışanların iradesi bulunuyor.

Olay ve olguları kurgularken yerlerini ters yazmak yanlış sonuçlar doğuruyor. Maalesef ki yazar arkadaş ve arkadaşlarımız bu konuyu yanlış yerinden yakalamış bulunuyorlar. Boğaziçi’nden Melih Bulu’yu kim gönderdi sorusunun yanıtını yaklaşık olarak 2 yıldır artan gençlik mücadelesinin ivmesinde aramak gerekiyor. Onu da ararken gençliğin mücadelesinde taktik ve strateji sorunlarını zaten çözmeye çalışan birleşik güçleri görmek gerekiyor. İşçilerin hareketlenmesinin de ekoloji direnişlerinin de ardında yatan sebep bundan farksızdır. Bizler bu örneklerin tekrarlanmasında fayda olduğunu biliyoruz. Ancak bunların birer olgu ve bu olguları yaratan olaylar dizisinin devrimci mücadeleyi bilinçle ve eylemle yürütenlerin ısrarlı karşı duruşunda aramak önemli veri sunuyor.

Derdimiz sadece bir kazanım mı? Yoksa strateji tartışmasının devrime dönüşmesi mi? Her devrim süreci devrimci örgüt ve kitlelerin ayrı kulvarlardan açtığı bayrakla gelişir. En nihayetinde devrimci örgütün direngen ve sonuç alıcı neticeleriyle hedef halk kitleleri devrimci programda birleşir. Türkiye devrimi bu yolun başında mıdır sonunda mıdır ona okuyucular karar versin, ancak bu süreçler bir anda değişir. Bu yüzden bu da her zaman akılda tutulması gereken bir sosyal kanundur. Eğer ki herhangi bir ülke devriminin nasıl geliştiğinden bihabersek, buyurun Gezi’yi inceleyelim. Bir gece öncesine kadar ‘apolitik’ olduğu söylenen her şey ve herkes nasıl oldu da Taksim’i ve bütün ülkeyi politikleştirebildi?

Devam edersek; bazı sorunları ayyuka çıkarmamız gerekiyor. Öncelikle, Türkiye’de mücadelenin bir ideolojik ve pratik önderlik sorunu olduğunun tespitini yapmak gerekiyor. Gezi’de ayan beyan beliren bu tespitle beraber ya yeni bir örgüt tarif edilmeli ya da buna uygun olanı işaret ederek onunla buluşmanın, birleşmenin yollarını örgütlemek gerekiyor.
Önderlik sorununun “kişi” ile alakalı bir tarafı bulunmuyor. Bir örgütün önderliğini konu alıyoruz. Faşizme karşı mücadele kılavuzu çok çeşitli ve çok araçlı başlıkları taşıyor. Ancak esasın ve tali olanların ayrıştırılarak tasnif edilmesi gerekiyor. Bu yönüyle eski ve yeni olanı da ayrıştırmamız gerekiyor. Bu bir sınıflar savaşıysa eğer savaşın en temel ve en eski kuralını hayata geçirmeliyiz. Öncelikle güçlü ve zayıf yanlarımız nelerdir, ittifaklarımız nedir, nerede açığımız var, araçlarımız nelerdir… Tersinden de düşmanın zayıf ve güçlü taraflarını, mevcut politikada ki konumlanışını, hareket tarzını ve açıkları gibi temel sorulara yanıtlar üretmeliyiz. Burada haklılığımıza gölge düşürecek hiçbir olgu yoktur. Ancak iyi niyetli olmak pek sonuç doğurmamaktadır. Bu sebeple güçleri organize edecek devrimci merkezin varlığı şarttır. Fiili meşru mücadele alanlarında faşizme, sisteme ve devlete karşı girişilecek her türden eylem onun denetim ve hakimiyetinin kontrol edemeyeceği bir hareketlilikte olmalıdır.

TSH içinde yürütülmeye çalışılan bu tartışma dizisi içinde bulunduğumuz dönemin acil devrimci görevleri karşısında bir gecikmişliği ifade ediyor. Aynı zamanda bu tartışma dizisinin 3’üncü yol tartışmaları ve Selahattin Demirtaş’ın önermeleri ile derinleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz.

Bu tartışmanın faşizmin yıkılış süreci ile doğru orantılı bir seyir izlediği vurgusunu yaptık, yürütülen tartışmaları önemsizleştirmiyoruz ancak faşizmi yıkma aynı zamanda bu devleti yıkmak anlamına geliyor. Bu sebepten bu tartışmalarda sosyalistleri CHP’nin soluna yaslayan seçim endeksli yürütülen sözde birlik, ittifak kavramlarından çıkararak sokağa birleşik devrim eksenine taşımak gerekiyor. Faşizme karşı mücadele bugün devleti yeniden klasik oligarşik kodları üzerine oturtmak isteyen CHP-İYİP’e karşı da yürütülmeli, onları da hedef alması gerekiyor.
Aynı zamanda bu tartışmalarda Kürt Özgürlük Hareketinin varlığını ve Kürt halkının mücadelesini görmezden gelerek sadece sol’un yan yana gelişi ile bir ittifak ve faşizme karşı mücadelede bütünlüklü bir hat örülemeyeceğini görmek gerekiyor. Kürt sorunu Türkiye Sosyalist Hareketi için hem bir turnusol görevi görmeye devem ediyor hem de stratejik ittifak temelinde birleşik devrim imkanını sunuyor. Bu tartışmalardan en iyi ihtimalle doğacak en geniş anti-faşist cephe ise bunun da bugünden tezi yok faşizme karşı sokakta eylem içinde kendini ilan etmesi gerekiyor.

Paylaşın