Cemre Abrek, Gençlik, Gündem, Umut Yazıları

Velev ki teröristiz! – Cemre Abrek


Türkiye günlerdir Boğaziçi Üniversitesi’nde başlayan direniş gündemiyle ayakta. AKPli Melih Bulu’nun Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanması ilk günden itibaren tepkiyle karşılandı. Bulu’nun kayyum rektör olarak atanmasına karşı eylemler kalabalıklaşarak İstanbul’dan Samsun’a Ankara’dan Artvin’e İzmir’e kadar uzandı. Nasıl ki Gezi Direnişi ‘‘üç beş ağaç meselesi’’ değildi ve LGBTİ+ların, kadınların, öğrencilerin ve özellikle mesai saatleri sonrası alanları dolduran işçi sınıfının sesine dönüştü; Boğaziçi Direniş’i de sadece Melih Bulu’nun kayyum rektör olarak atanmasına karşı Boğaziçi Üniversitesi’nin demokratik değerleri ve geleneğinden ibaret değildir. Boğaziçi Üniversitesi’nden yükselen direniş esası itibariyle; klasik burjuva demokratik teammülleri bile hiçe sayıp her yere kayyum atayan başkanlık rejimine ve onun bütün antidemokratik uygulamalarına, pandemi süreciyle birlikte yönetilemediği iyice ayyuka çıkan ekonomik krize, kadın cinayetlerine, hak gasplarına ve kuşatmaya karşı öfkenin topyekün dışa vurumudur.

Buna benzer bir örneği geçen aylarda ABD’de gördük, George Floyd cinayetinin yankılarını yakından izledik. Floyd’un katledilmesiyle başlayan olaylar polis şiddetinin ve ırkçılığın tekrar gündemleşmesine ve yıllardır ayrıştırılan siyahisi ve beyazıyla sisteme karşı tümden bir isyana dönüştü. Floyd direnişi uzun yıllar sonra ABD sokaklarında ezilenlerin silahlı yürüyüşlerine tanıklık ettiğimiz, ‘‘Black Lives Matter’’ sloganlarıyla kurtarılmış bölgelerin kurulduğu bir ivmeyle ilerledi.
Yine geçtiğimiz senelerde Şili’de başlayan isyanda kadınların sesi yeryüzündeki kadınların isyan sesleriyle bütünleşti, büyüdü. Patriyarkal kapitalizme karşı Kanada, Avustralya, Fransa, İspanya, Türkiye ve Rojava’dan aynı ses yankıladı.
Özetle; Gezi’de, ABD’de Şili’de ve Boğaziçi’de farklı farklı sebeplerle ortaya çıkan ayaklanma ve direnişler ezilenlerde biriken öfkenin yansımalarını oldu. Siyasal, ekonomik ve cinsiyetçi saldırılar karşısında yoğunlaşan öfke fitili ateşlenmiş bomba gibi patladı.

Yukarıda bahsettiğimiz ve daha nicelerini sıralayabileceğimiz direniş örneklerinde de görebileceğimiz gibi hayatın ve mücadelenin tek bir boyutu yoktur. Dünya’nın çeşitli yerlerinden verdiğimiz örnekler insan emeğinin sömürüsüyle kar elde eden bir avuç asalak dışında hepimizin kurtuluşunun öfkemizi birleştirmekten geçtiğinin somut ve sokakta hayat bulmuş halleridir. Yazının içeriği itabariyle Boğaziçi Direnişi’ne dönecek olursak; yaşanan direnişleri tarihsel ve ekonomik düzenlemleriyle analiz etmek gerekir. Toplumda birikmiş öfkenin Melih Bulu’yla kırılmış olması meselenin sadece Boğaziçili öğrencilerin meselesi olduğu anlamına gelmez. Melih Bulu’nun kayyum olarak atanmasıyla başlayan eylemlerin AKP’nin karşısında olan herkesin desteğini alması bunun en açık örneğidir. Bugün Boğaziçi’nde kendini gösteren direnişin Ankara’dan, Hopa’ya değin yayılması biriken öfkenin devrimci zeminlerde sokağa yansımalarıdır.
Bireyci, insanı insandan azade kılan ve sadece kendinden mesul tutan sistem yaşanan direnişi bölmek için direnişe destek verenleri terörist ilan ediyor. İşte bu mücadele etmemiz gereken en temel noktadır. Çünkü faşizm yönetebilmek için sürekli bir öteki yaratmak zorundadır. Bunun karşısında durabilmenin yegâne yoluysa onun ötekileştirdiklerini birleştirmekten geçer.
Bulu’ya karşı üniversitenin bahçesinde buluşan binlerce öğrencide somutlaşan direniş başkaca taleplerle buluşarak yükselmiştir. Kaynağı aynı zamanda artan kadın ve LGBTİ+ cinayetleri, eşitsizlik, işsizlik, açlık ve yoksullaşmadır. Boğaziçi’nde yükselen direniş BİMEKS işçilerinin öfkesinden, Kürdistan’ın her yerinde seçilmiş iradenin yerine atanan kayyum zorbalığına karşı çıkıştan bağımsız değerlendirelemez.
İktidarın yoğun kuşatması altında ezilenlerin talepleri büyük oranda içiçeleşmiştir. Bugün yaşanan hiçbir isyan, kalkışma lokal değildir. Mesele su sabun dahi olsa faşizmden bağımsız ele alınamaz. Buna karşın faşizmin saldırıları tüm ezilenleri kapsar. İktidar mevcut varlığının bekasını bu saldırılarla mümkün kılar. Buna karşı çıkışları ise ayrıştırır, böler böylece kendini hızlıca konsolide eder. Kendi varlığına tehdit olarak gördüğü her karşı çıkışı bu yolla savunmaya kilitler, sınırlandırır ve sönümlendirmeyi hedefler. Bu önümüzdeki ağaca takılıp kalmaktan, önümüzdeki ormanın büyüklüğünü görmemizi engellemeye çalışmak demektir.
‘‘Bunlar öğrenci değil terörist’’ ifadeleriyle iktidar Boğaziçi Direnişi’nde de aynı yöntemle süreci şekillendirmek istemiştir. Faşizm için hiçbir şey meşru değilken, yaşanan direnişleri iktidar diliyle ‘meşrulaştırmak’, yahut meşruluğumuzu iktidarın tariflerine karşı açıklamaya çalışmak, direnişi ‘savunma’ çizgisine hapsetmektir. Yapılması gereken faşizmin kurallarının dışına çıkmaktır.


Karşı tarafın kuralları


Bir önceki başlıkta tespit ettiğimiz sorunların en temel sebeplerinden biri ‘oyunu’ karşı tarafın kurallarına göre oynamaya çalışmamızdır. Kendimizi ve mücadeleyi iktidarın söylemleri üzerinden şekillendirmeye ve anlamsız bir şekilde savunmaya çalıştığımız için kendimizi sansürleyerek savunmaya kitlenmeye devam ediyoruz.

Gezi Direnişi boyunca sıklıkla duyduğumuz ‘‘içlerinde marjinaller var’’ söylemi ve bu söylemin saflarımızın bir kısmında karşılık bulması kitlelerde ‘‘marjinallerle ortak hareket etmezsek parka dokunulmayacak’’ yanılgısını yaratmış ve parka saldırı ile sonuçlanmıştı. Bunu Gezi’den sonra başlayan sansür ve yolsuzluk eylemlerinde de yaşadık. Daha sonra sırasıyla attığımız belli sloganlar sınırlanmaya başladı. Önce doğrudan Erdoğan demek sonra Erdoğan’ı çağrıştıracak diğer sıfatlarını kullanmak (hırsız, katil gibi) polisin saldırı gerekçesi oldu. Belli sloganlar saldırı olmasın diye atılmamaya başlanıp, tarafımızca unutulmaya yüz tutmuşken baktık ki devlet tüm gücüyle saldırmaya devam ediyor. Çünkü biz her geri adım attığımızda, devrimci saflarda ve kalkışmalardaki her tavizde devlet daha keskin saldırıyor, olası bir saldırıya karşı devrimci ve ezilenleri sürekli savunmada tutmaya çalışıyor.
Bugün de iktidar meselenin sadece Boğaziçi ile sınırlı olmadığının -maalesef bizim farkında olduğumuzdan daha fazla- farkında ve korkuyor. Bu nedenle bütün oyunu bu gerçeklik üzerine kuruyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin bahçesi hariç heryerde bu kadar sert saldırmasının sebebi de tam olarak bu. Direnişin sadece Boğaziçi’yle sınırlamayı haliyle kendi izin verdiği sınırlar dahilinde tutmayı hedefliyor. Böylece hem Boğaziçi’ni yalıtarak ayrıştırmayı hem de olası bir isyanın öngörülemez büyüme ihtimalini direnişi ‘savunmaya kilitleyerek’ ortadan kaldırmaya çalışıyor. Soylu ve Erdoğan konuşmalarında kullandığı ‘‘Biz 18 yıldır görüyoruz bunları, öğrenci değil teröristler’’ ifadeleriyle saflarımızda istediği yarılmayı yaratmayı başarırken; 18 yıldır biz de’ Bir dakika biz terörist değiliz, marjinal değiliz’ diye kendimizi anlatma ‘ihtiyacı’ duyuyor, terörist olmaktan çekiniyor, terörist ilan edilmenin yarattığı mağduriyete çekiliyoruz.


Gerçeği doğru okumak


Boğaziçi eylemlerinden dolayı yapılan ev operasyonlarından ve gözaltılardan sonra baskınlardaki sert saldırılar, gözaltındaki işkence ve tehditler de çokca gündem oldu. Bu saldırılar özellikle kadın katillerine, IŞİD emirlerine yapılan muameleler ile kıyaslandı. Bu kıyasları yapanların eksik bıraktığı çok önemli bir nokta var; o da bu görüntülerin, uygulamaların iktidarın gerçek yüzü olduğu. Tıpkı bizim terörist olduğumuz gerçeği gibi. Bu gerçekleri hala kabul edemeyenler, iktidarın yaptıklarına, söylediklerine her gün bir öncekinden daha fazla şaşıranların karşılarındaki gücü -onun bizi tanıdığı kadar- tanımadıklarının göstergesidir.
Bu kabul edememe ve şaşırma hali düşmanın silikleşmesine; onu sınıfıyla, araçlarıyla, örgütleri ve ideolojisiyle bir bütün olarak göremememize neden oluyor, onun karşısında doğru konumlanma ve mevzilenmemizin önüne geçiyor.
Küçük bir örnek vermek gerekirse; gözaltıların toplumsal baskı ve kamuoyunun büyük katkısıyla serbest kalmasının ardından yapılan açıklamalara bakalım. Yargının bağımsız olmadığı her fırsatta dile getirildiği halde (ki kayyum konusuyla bağlantılı olarak vurgulamak da fayda var; kayyumu getiren sistemle yargının bağımsızlığın kaybedilmesinin hızlanmasını sağlayan sistem aynıdır) salıverilmelerden sonra mahkeme kararları referans alınarak ‘Bakın terörist değilmişiz, terörist olsak mahkeme cezamızı keserdi’ minvalinde yapılan açıklamalar söylediklerimizi kanıtlar niteliktedir. Bu açıklamaların özcesi biz, faşizmin tariflediği ‘meşruluğu’ referans aldık demektir. Teröristliği hala halkarın üzerine bomba yağdıran, emekçilerin önüne barikatlar yığan, pandemide insanları açlık yada ölümle sınırlayanların diliyle, kelamıyla açıklama da behis görmeyen algı; patronların karı için işçinin canının üç kuruşa mal olduğunu sistemin temelinin bu olduğunu unutmaktadır.
Direnişçiler kendilerini, taleplerini ancak ezilenlere anlatırlar, iktidarın söylemlerine karşı ‘öyle olmadığımızın’ izahını yapmak, ‘savunma’ ihtiyacını var etmek ve örgütlemek iktidarın gayri meşruluğunu örtülemektir. AKP- MHP faşizmi kendi dayanağı olarak sunduğu tüm yasaları rafa kaldırmışken bizim meşruluğumuzun tek dayanağı taleplerimizdeki haklılıktır.


vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Nâzım Hikmet


Bugün her karşı çıkış, her isyan faşizmi hedef almak zorundadır. Hiçbir meseleyi salt kendinden menkul ele alamayız, her şey faşizmle ilintilidir. Bu nedenle kendimizi faşizme izah etmeyi bırakıp onu hedef almak ve ona karşı saldırıyı örgütlemek gerekir. Meşruluğumuz faşizmin resmi dayanaklarından değil tarihsel haklılığımızdan gelir. Bizim değerlerimizden, mücadelemizden başka savunacak hiçbir şeyimiz yok! Emeğinin karşılığını alamayan Ermenek işçisiyle dayanışmak, LGBTİ+lara ve kadınlara karşı örgütlenen saldırılara karşı direnmek, işten atılmalara, yoksulluğa, geleceksizliğe karşı çıkmak teröristlikse burjuvazinin lügatinda sonuna kadar terörist olalım. İsyanı büyütmekse, örgütlemekse ve birleştirmekse bir an bile vazgeçmeyelim! Bu nedenle kadın katillerine cesaret verenler, uyuşturucu tüccarları ve mafyalarla işbirliği yapanlar, işkencecileri pamuklara sarmalayarak koruyanlar tabi ki bize saldıracaklar. Saldırsınlar! Katliamcı IŞİD çetelerine ‘öfkeli çocuklar’ diyenler tabi ki bize terörist diyecekler. Desinler! Bu bize sadece ne kadar doğru yolda olduğumuzu bir kez daha gösterir.

Paylaşın