Serkan Kaya, Umut Yazıları, YAZARLAR

Koronavirüs – Sol Siyaset -siz- mi?- Serkan Kaya

Yaşanılan hiçbir an tarihsel bütünlüğünden, geçmişle olan bağından koparılarak ele alınamaz. Aksi durumda an’da yaşanan olgular bizi maddi gerçekten uzaklaştırarak doğanın ve toplumun yasalarını inkara, rüzgarın estiği yönde savrulmalara sürükler. Sonra yine aynı rüzgar savura savura bizi olduğumuz hakikate geri getirir. Kim olduğumuzu unutursak, kime – neye karşı olduğumuzu da unuturuz. Maddi gerçekliğe aykırı olan her şey nasıl ki, doğanın yasaları tarafından uyarılırsa, kendi gerçekliğini unutma hali de karşıtlarınca çarpıcı biçimde hatırlatılır. Bugün olduğu gibi…

Sınıfsız ve sınırsız bir dünya gerçekliğine ulaşıncaya kadar, toplumlar tarihine yön veren tek yasanın sınıflar mücadelesi olduğu, küresel kriz dönemlerinde daha açık biçimde, tüm acımasızlığı ile hiçbir örtünmeye ihtiyaç duymadan çıplak olarak ortaya çıkar. Toplumlar tarihine yön veren bu yasa, tüm insanlığı etkileyen felaket dönemlerinde dahi şaşmadan işler. İşçi sınıfı ideolojisinden başkaca hiçbir şey, insan yaşamını doğrudan hedef alan bu tür felaketler karşısında tüm insanlık ve onun doğayla uyumu için mücadele etmez. Bu işleyiş doğrudan iktidar gücü açısından önce kendi sınıfını korumayı, sonra da bir düzey sistemin sürekliliğini devam ettirebilecek ölçüde ihtiyaç duyduğu kadar alt sınıflardan nitelikli olanları önceller. Geri kalanların hayatta kalması önlemlere değil tesadüflere bağlıdır. Bugün olduğu gibi…

Yukarıda yer verdiğimiz yasa dünyanın ana gündemi olan koronavirüs salgını altındaki tüm ülkelerin iktidarları tarafından nasıl işletiliyorsa, Erdoğan’ın “ulusa sesleniş” konuşmasında ülkenin kendi terminolojisi ve olanakları ile işletilmeye devam edildi. Erdoğan’ın temsil ettiği sınıf açısından ortaya koyduğu hiçbir şey şaşırtıcı değil. Esası patronlara ayrılmış, kırıntıları demagoji ve hamasete bağlaç olması için dağıtılmış bir paket. Fazlası beklenebilir miydi? Sınıf mücadelesi gerçekliğinden kopuk olanlar için evet. Fazlası alınabilinir miydi? Sınıf mücadelesi gerçekliğine dönerek evet.

Pandemi haline dönüşen tüm dünyada sosyal siyasal ekonomik kurumları doğrudan etkileyen ve binlerce insanın yaşamına son veren koronavirüs salgınına dair onlarca tez, yüzlerce tutum belgesi okuyoruz. Komplo teorilerini ve kendiliğindencilik sarmalında sistem değişikliklerine dair kehanetleri bir kenara bırakırsak esasen tüm dünyada metinlere ve çağrılara ruhunu veren iki dünyanın olduğu herkesçe malumdur. İlki iktidar olanakları ile ana akım basın yayını, üniversiteleri, zor aygıtlarını vb. elinde tutarak süreci şirketler lehine sürdürebilir kılmaya çalışan kapitalistler. İkincisi kapitalistlerle ortak geleceği olmayan, sınırlı olanaklara sahip devrimci ya da anti-kapitalist güçler. Bir de bunlardan farklı gibi görünse de sistem içinde kalarak reforme edilmesini düşünen bir çok eleştirel – muhalif yaklaşım ise esas olarak yorumlamayı değiştirme eylemi ile (ihtilalcilikle) tamamlamadığı için mevcutun gölgesine yedeklenmekten, birbirine benzemekten kurtulamayanlar mevcut. Neye hizmet ettiğini, kim olduğunu bilen iktidar gücü, sahip olduğu sınıf bilinci ve yüzyıllardır edindiği yönetme tecrübesi açısından attığı her adımda kendi sınıf çıkarları ile çelişmeden varlığına uygun davranıyor. Kuşkusuz aynı uygun davranış biçimi ezilen emekçi sınıflarda bilince çıkarılmış değil. Bunu bilince çıkarmış, işçi sınıfına bilinç ve eylem taşıyacak olan politik örgütlerde ise teorik olarak sorun yokmuş gibi görünse de politik eylemlerinde buna uygun davrandığı söylenemez. Esasında bunun kökeninde de ideolojikleşme yatmaktadır. Bugün olduğu gibi…

Koronavirüsün tüm insanlığa eşit risk oluşturduğu, insanlara sınıf zümre ayrımı yapmadan saldırdığı ifade edilmektedir. Her ne kadar bu tarif sol tandanslı bir jargon gibi görünse de esasında bu belirleme egemenlerin politik dilidir. Onu koşullayan ve çevreleyen olgulardan ayırdığınızda masum ve bilimsel gibi görünen bu dilin arkasında egemen ideolojinin yansıması olan aynı gemideyiz, gemi batarsa hepimiz batarız, birlik beraberlik, ulusal mücadele gibi sloganlaşan, mevcut iktidarların varlığına rıza üretme mekanizmalarının yansımaları yatmaktadır. Başka bir ifade ile sınıf gerçekliğinden uzaklaşma vardır. Bir şeyin başka şeylere eşit saldırı kuvveti, saldırılan şeylerin karşılama gücüne göre etkide farklılıklar taşır. Saldırı gücü aynı kaynaktan eşit çıkar ancak bu gücün etkisi saldırılana temas ettiğinde niteliksel değişime uğrar. Tıpkı yetişkin bir bireyin attığı yumruğun, yetişkin bir bireyle bir çocuk arasında yarattığı etki gibi. Ya da aynı kuvvette bir yumruğu bir kaya parçasına yönelttiğinizde saldıranla zarar görenin aynı kişi olduğu gibi. O halde salgının yayılma hızı da, karşı direnme biçimi de eşit değil sınıfsaldır. Saraylarda yaşayan, kendini izole eden, envai çeşit beslenme olanaklarına ve hijyene sahip ayakkabı kutularına istiflediği paralarla dünyanın sayılı zenginleri arasına girmiş Erdoğanla, nitelikli sağlığa ve beslenmeye ömrü boyunca ulaşamamış, yer altında kömür solumaktan ciğerleri kararmış maden işçisi eşit risk altında değildir. Aksini iddia ederek basına birkaç milletvekili, bakan ya da zenginin de enfekte olduğu ve öldüğü örnek verilebilir. Onlar; ölürken bile adları duyurulan sermaye sınıfına ait birkaç örnektir. Peki adı dahi verilmeden bir grafik konusu olarak açıklanan onbinlerce yoksul ölümünde zenginlerin oranı nedir? Ne salgının saldırı hızı eşit, ne de alınan tedbirler tüm insanlık için eşittir. Sermaye sınıfının ve hükümetlerin aldığı her tedbir ideolojik ve kendi sınıfının çıkarına yöneliktir. Devrimci siyaset gerçek dışı popülist sempatizm yerine, genele aykırı gelse dahi hakikati örgütlemekle mükelleftir. Bu bir ideolojik yaklaşım meselesidir. Çok açıktır ki; kapitalizmin neden olduğu virüsler yoksulları öldürüyor.

Pandemi öncesi özellikle 2019 yılı dünyanın birçok yerinde halklar açısından ayaklanmalara sahne olmuştu. Bunların kesişen kümesi neo-liberalizmin yarattığı gelir uçurumuna karşı eşitsizlik, otoriteleşmeye karşı özgürlükler ve gelirlerden daha adil paylaşım isteği oldu. Kapitalizmin insanı ve dünyayı içerisine sürüklediği krizler referans alınarak ömrünü tükettiği üzerine birçok analiz yapıldı. Bu haklı tespitte ki tükenmişlik, pandemi konusunda da kendini ortaya koydu. Bugün bakınca bile, pandemi sonrası hayatta kalan insan nüfusu açısından çok büyük değişikliklere gebe bir tarihi yaşıyoruz. Dünkü yapıların sosyolojik, ekonomik ve siyasal bir çözülme yaşayacağı herkesçe öngörülmekte. Peki bundan “sosyalizm” doğar mı? Kapitalizm bir sona dayandıysa, onun hayatta kalmak için direnme biçimi hangi temelde aşılacak? Kapitalizm bir sona dayandıysa, ideolojik, siyasal, örgütsel bir kopuş yapmadan yıkılır mı? Bir hatırlatma ile devam edelim. Yazımıza güç veren olgu tartışmalara entelektüel bir katkı yapmak değil, kapitalizmi devirecek devrimci öncüyü işçi sınıfı ile buluşturmanın yollarını aramaktır. Bu konuda sözümüzün ve eylemimizin meşruluk çıtası genel sol hareketin ortalamasına uyma ölçütü değil, uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin yasaları ve çürümüş kapitalizmin her türlü kurumlarından kitlesel kopuşları ideolojik olarak ve bunun eylemini yaratma ölçüsüdür. Bugün yaşanan tüm krizlere ve otoriterleşmenin ağır sonuçlarına rağmen ülkedeki sol hareketler, gelecek günlere dair yüksek bir umut taşıyor. Bu güçlü bir yandır. Ancak kaosların derinleştiği momentlerde tükendiğini düşündüğü kapitalist kurumlara karşıdan cephe alamayışı onun zayıf yanıdır. Pandemi gündeminin Çin’den çıkarak herkesin gündemi olduğu günümüzde, bunun kapitalizmin bir sonucu olduğu ve kapitalizm yıkılmadan bu salgınların son bulmayacağını ve kapitalistlerin milyonlarca yoksulun faydasına bir şey yapmayacağını hemen hemen herkes tekrarladı. Peki ya sonra? Sonra sivil toplumcu bir dayanışmacılık, hükümetin koşullarını oluşturmadığı bir dizi kişisel tedbirlerin (elleri yıkama süresi, sosyal mesafelenme, evden çıkmama vb.) sol söylemle yeniden yeniden üretilmesi. Kuşkusuz bunlar işin ABC’si ancak bir kısmı hiç kuşku yok ki, hükümetin üzerinden sorumluluğunu atarak ileride ölenlerin bu tedbirleri uygulamamasından kaynaklı olduğu üzerine propaganda yapacağı bir söylemin hazırlığı. Örneğin sadece mahallemizde 65 yaş üzerindeki kişilerin alışverişini yapma kampanyası tek başına kapitalizmin yıkılmasında bir bilinç oluşturabilir mi? Sağlık emekçilerinin çabasını alkışlamak enfekte olma risklerini engelleyebilir mi? Sınıfsal varlığı nedeni ile yapmayacağını bile bile hükümetten talepler listesi yayınlamak kitlelerin kapitalizmden kopuşunu derinleştirir mi? Kuşkusuz bu düzenin yıkılmasını isteyen herkes için bunlara verilen cevaplar hayır olacaktır. Örneğin sol hareketlerin önemli bir kesimi faturaların ertelenmesi talebini kamuoyuna duyurdu. Talebin ifade ediliş biçiminde ki muhattap olan hükümet ise karşı açıklama yaparak, böyle bir gündemleri olmadığını duyurdu. Bir noktaya kadar yaşananlar için bu taleplerin hükümeti teşhir için yapıldığı söylenebilir. Ama bu noktadan sonrası ise başka bir örgütsel, ideolojik yönelimi gerektirir. Eğer sendikaların, sol örgütlerin yayınladığı talepler masa başında gerçeklikten kopuk fantastik talepler değilse, bunlar doğrudan emekçilerin talebidir demektir. O halde bunları verecek olan hükümet değil, alacak olan işçi sınıfı ve emekçiler için bir örgütlenme ve direniş örgüsü gereklidir. Burada ayrıştırıcı olan fatura ödemelerini erteletme talebinin yerine faturaların ödenmemesini sağlayacak eylemli bir siyasal çalışmanın inşasıdır. Halen fatura ödeme merkezlerinde onlarca insan kuyruk oluşturarak en temel ihtiyacının kesintiye uğramaması için yaşamını riske atıyor. O merkezlerde faturaları yakmak, aynı yaşam riski ile işe gönderilen kesme-bağlama işçisine engel olmak, onu bu yaptığından siyasal olarak da vazgeçirmek, kesileni yeniden açmak aldığımız nefes kadar haktır. Bunun üç ay sonra yoksullar aleyhine biriken borçlar ve faizi nedeni ile daha büyük mağduriyetler yaratacağını düşünenler pandemi sonrası hem kapitalizmin ve araçlarının kaldığı yerden devam edeceği öngörüsüzlüğü içindedir, hem de faturaları ödemeyecek düzeyde örgütlenmiş bir toplumun kudretinin nelere ulaşabileceğinin farkında değildir. Rıza üretimini yitirmeye başlayan bir kapitalizm varlığı için yeniden rıza üretecek uzlaşılar yaratmak zorundadır. Bazen atmadığı geri adımların nasıl bir çöküntüye yol açtığını defalarca tecrübelemiş bir yönetici sınıftan bahsediyoruz. İşçi sınıfı iktidara bu kazanımların basamaklarını çıkarak ulaşır.

Tarihsel olarak sol siyaset, alan olarak kendine sokağı seçmiştir. Çünkü sokaklar hayatın yeniden üretildiği emekçilerin varlık yerleridir. Bugün, nüfusun büyük bir çoğunluğu buna devam etmek zorundayken, zorla işe gitmeye mecbur bırakılmışken, her gün toplu ulaşım araçlarını kullanmak zorundayken sadece evde kalın çağrısı yapan sol devletin çağrısı ile aynı kompozisyona düşmektedir. Bugün evinde kalabilecek olanlar bir işe gitmeden yaşamını idame ettirebilecek olanlar ve gidecek bir işi olmayan işsizlerdir. Buna rağmen herkesten önce evlerine çekilen ve çağrılarını evlerden gerçekleştiren sol, kapitalizmi geriletecek ne ufka ne de mücadeleye sahiptir. Mücadeleler iktidarlar el değiştirene kadar caydırıcılık üzerine kurulur. İşçilerin ekonomik ve özlük hakları için greve çıkmadan önce patronlar tarafından örgütlülüğü dağıtma, zor kullanma, yasaklama, işten atma vb. gibi onlarca caydırıcı yöntem uygulanır. Bunlara rağmen engellenemezse müzakerelerle sonuç alınmaya çalışılır. İşçi sınıfının en iyi bildiği silahı grev ve iş yavaşlatma, işi durdurma silahının, halen emek örgütlerinin ve örgütlü yapıların çağrısına girmemiş ve bunun uygulanmasını inşa etmemiş olması, bunun yerine hükümet paket hazırlıkları yaparken kendilerini de masaya çağırması beklentisi taşıması kapitalizmi aşmaya değil onunla birlikte yaşam olanakları bulmanın dışında bir şey ifade edebilir mi? Devrimci siyaset işçiler sokakta olduğu sürece mücadelesini onun içinde örgütlemek zorundadır, çünkü devrimci kadrolar ona dışarıdan dahil olan bir olgu değil onun içinden çıkmış sınıf bilinçli emekçilerdir. İşçi sınıfının içerisinde, onun toplanma alanlarında iş durdurma çağrısını örgütlemesi, iş yerlerini işgale davet etmesi ve üretimin durdurulması sonucunda ücretli izin, iş güvenliği vb. taleplerin kazanılabileceği bilinmektedir. Sadece dayanışma propagandası, mücadele içerisinde bir dayanışma ile buluşmadığı sürece bir “erdem” hareketi olarak kalmaktan kurtulamaz.

Devrimci siyaset için sonu gelmiş bir kapitalizme ve onun temsilcilerine seslenmek onun gitmeyeceğine olan gizli bir bilinç çarpılmasıdır da aynı zamanda. Devrimci siyasetin muhattabı ve bağ kurmaya çalıştığı hükümetler değil, işçi ve emekçi sınıflardır. Küçük bir ihtimal dahi olsa kapitalizmde bir geleceği olabileceği inancını taşıyanlara bunun mümkün olmadığını göstermek, bugün bilincinde cisimleşmemiş olan işçi sınıfının yani kendi iktidarının koşullarının mümkün olduğunu ortaya koymak devrimci çalışmanın esasıdır.

Her canlı yaşamını sürdürme dürtüsü ile hareket eder. Kendinin risk altında olduğunu hissettiği an panik ilk tepki olarak ortaya çıkar. Ancak önceden tecrübe etmiş, ya da karşılaşılan şeyin mahiyetini bilenler ve bir korunma planı olanlar panik halini yöneterek varlığını sürdürmeye devam edebilir. Pandemi karşısında hükümetlerin herkes için bir planı varmış güvenini yaratması ve bilgiyi tekelinde tutarak bu panik halini kendi lehine kullanması için temel slogan olarak, “panik yapmayın, her şey kontrol altında” söylemini kullanıyor. (Bazı durumlarda ise kendini kurtarıcı göstermek için paniği kontrollü olarak büyütüyor) Peki sol, hükümetin herkes için bir sağlık planı olmadığını bile bile neden aynı hükümetin kontrol altına almaya çalıştığı kitlelere aynı enstrümanla seslenir. “Panik yapmayın”. Sol kendi planını kitlelerin planı haline getiremediği sürece, “panik yapmayın” propagandasını sürdürmesi, doğayı ve insanı köleleştiren iktidarların planlarına güven telkin etmenin dışında ne işe yarar? Pandeminin geldiği boyut ve hükümetlerin öncelikli planları kaderine terk edilmiş milyonlarca işçi için yeterince panik olunması gereken bir durum oluşturmuyor mu? Kitlesel insan ölümlerinin yaşandığı ve devam edeceği, kapitalizmin bir süre sonra tufan yaşanabilme olasılığına göre kendi sınırlarına çekilerek süreci doğal elenmeye terk edeceği olasılıkları ortada dururken hükümete güvenmemek ve kitlelerin panik olması eşyanın tabiatına uygun değil mi? Devrimci siyasetin işi sükunet korosuna katılmak değil, çığlık çığlığa iktidarın insanları kitlesel olarak ölüme terk ettiğini duyurmaktır. Üstelik ne için? Bir avuç zenginin can ve mal güvenliği için. Bu gerçeğin gizlenmesine eşlik ederek kapitalizmden kopuş mümkün değildir. Bu bir korku propagandası değil gerçekleri açıklama ve onu devrimci biçimde değiştirme iradesidir. Gelmekte olanın farkında olmayanlar, onu değiştirme hazırlığı içinde olamazlar.

Bugün başlangıç ihtiyacımız olan şey iktidar gücü ile aynı masada, aynı koordinasyonlarda olma talebi değil, onun tam karşısında birleşik yeni bir masa kurulmasına çabalamaktır. TTB, SES, işçi sendikaları gibi sendika ve meslek örgütlerinin içerisinde olduğu iktidar dışında kalan tüm anti-kapitalist odakların, sol,sosyalist siyasi hareketlerin ve DKÖ’ lerin yer aldığı komünler/ konseyler oluşturmak süreci işçi ve emekçilerin lehine çevirmede önemli bir ihtiyaçtır. Tüm iç eleştirileri saklı tutmak koşulu ile Taksim Dayanışması örneği bir tecrübe sunmaktır. Hükümetin paketlerine karşı yoksulların manifestosunu mücadele dinamiğine dönüştürmeyi hedefleyen, iş bırakma veya grev örgütlenmesi yürütebilen, hükümetin manipülatif açıklamalarına karşı, halka doğru bilgiyi ulaştıran, kendi iletişim ve savunma kanallarını mahallelere kadar örgütleyebilen iktidarın kurumlarını tecrit ederek komün deneyimleri oluşturmayı hedefleyen bir çalışmada ortaklaşmak geleceği kapitalizm dışında olan tüm kesimler için yaşamsal ihtiyaç taşımaktadır. Bu zemin aynı zamanda başta ambargo altındaki İran halklarına, işgal altındaki Suriye ve Filistin halklarına kadar uzanan bir dünya dayanışma ağına da öncülük edebilir. Bütün bu krizin altında dahi bütçeyi ve kaynakları savaşa ve işgallere yatıran iktidara karşı savaşı durdurma mücadelesi bile halklar arası dayanışmayı güçlendirecektir.

Tüm bunlar içerisinde devrimci siyaset gelmekte olan kaos halinin farkında olarak sınırlı sayıda gücünü koruma statükoculuğuna düşmeden sıkı yönetimlerden, sokağa çıkma yasağına, askerin sokağa inmesinden, sosyal medyanın kapatılmasına kadar her koşulda kapitalizme karşı insanlığın kurtuluş mücadelesi olan devrimci faaliyetini yürütmenin araçlarını derinleştirmelidir. Kaos kapitalizme aittir. Kaosları işçi sınıfı lehine çevirme görevi ise devrimcilere aittir. Hiç kuşku yok ki bugün isyan, halk adına el koyma, yağma, ayaklanma cümlelerinden tedirgin olan ve bunun olabilirliğine ihtimal dahi vermediği için herhangi planı olmayan bir kısım sola rağmen muhtemeldir ki, bu tür cümleler ve eylemler kitleler içerisinde kendiliğinden bireysel olarak gerçekleşecektir. Bunu siyasal bir bilinçle örgütlülüğe çevirmek devrimci siyasetin temel görevidir. Kimse geleceği, bugünün güç dengeleri ile değerlendirerek kendi hareketini kısıtlama haline düşmemelidir.

Bir Afrika halk sözünün dediği gibi;

“Sular yükseldikçe balıklar karıncaları yer, sular çekildikçe de karıncalar balıkları yer. Kimse bugün ki üstünlüğüne, gücüne güvenmemeli… Çünkü kimin, kimi yiyeceğine suyun akışı karar verir.”

Bugün suyun çekilme akışı burjuvazinin aleyhinedir. Milyonlarca karıncanın ise hayatta kalması için beslenmesine kim ne diyebilir?

Paylaşın