En Çok Okunanlar, Mehmet Yılmaz Kaya, Umut Yazıları

Ülkede ve dünyada devrim nesnelliği – Mehmet Yılmaz Kaya

Ülkede ve dünyada öncü boşluğu

Emperyalist bunalımın yeni bir evresindeyiz. Bu evrede çelişkilerin artık doğrudan askeri çözüme zorlandığını görüyoruz.

Biden yönetimiyle birlikte Transatlantik ittifakını yenileyen uluslararası emperyalizm, Rusya’nın komşularını etrafını kuşatmak üzere NATO’ya dâhil etme sürecine yeniden işlerlik kazandırdı. Pratik hamle olarak da Ukrayna’nın NATO’ya katılması gündemleştirildi.

Rusya, NATO’nun bu yönelimine karşı geçtiğimiz yılın sonlarında ABD’ye uluslararası askeri dengenin yenilenmesi çerçevesinde bir öneri sundu. Bu öneriye göre NATO’nun büyüme planları durdurulmalı ve NATO 1992’deki sınırlarına kadar çekilmeliydi.

Rusya böyle bir programı emperyalizme dayatabilecek kadar güçlü bir askeri teknolojiye sahipti. Değişik çeşitliliklerde hipersonik ateş sistemlerine sahip nükleer ve balistik silahlar geliştirmiş durumdaydı. Askeri analistlere göre emperyalist bloğun bu gelişkinliğe ulaşması ancak yıllar alacaktı.

Emperyalistler Rusya’nın bu etkin vuruş gücüne karşı onu hemen sınırları etrafında vurmayı planlayarak bir denge geliştirebileceklerini düşündüler ve Ukrayna başta olmak üzere Finlandiya ve İsveç’in de NATO’ya üyelikleri gündeme alındı.

Ukrayna’nın NATO üyeliğinin gündeme gelmesi sadece bir askeri denge gereği değil aynı zamanda ABD’nin ikinci savaştan bu yana emperyalist dünya üzerinde süren egemenliğinin yenilenmesi içindi.

BOP sürecinde Almanya’nın kendi geleneksel Ostpolitik’i gereği Rusya ile geliştirdiği ilişkiler gene ABD’nin 2014’teki Maidan provokasyonu ile kesilmişti. Geçen zaman içinde özellikle Trump döneminde Kuzey Akımı 2 ile gelişen ilişkiler ABD’yi stratejik düzeyde rahatsız ediyordu. BOP kuramcısı Brzezinski Almanya ve Rusya’nın yakınlaşmasının ABD’nin ölümü demek olduğunu ilan etmişti.

Maidan provokasyonunu örgütleyen neocon kadro Biden’la birlikte yeniden Amerikan dış politikasının başına geldi. Bu kadro, Rusya’ya karşı bir kuşatma politikası izleyeceklerini zaten daha önceden ilan etmişti. Navalny provokasyonuyla Almanya’ya yapılan müdahale Alman Rus yakınlaşmasının önüne geçerken, nihayetinde Ukrayna savaşının patlatılması, Kuzey Akımı projesinin tümüyle çökmesine ve bütün AB politikasının ABD’nin yönlendirmesi altına girmesine yol açtı.

Bu üstünlük hali ABD hegemonyasının NATO üzerinden emperyalist dünyada yenilenmesini getirdi.

Ancak bütün bunlara karşın emperyalist dünya içinde bulunduğu krizden gene de çıkamamış, çıkış yolunu tutturamamış durumdadır. 300 trilyon dolarlık küresel borç, türev piyasalarda katrilyon dolarlara kadar ulaşırken bu sistemin eşdeğer kaynağında hiçbir kontrol mekanizması yoktur. Yani dolar, Vietnam savaşından bu yana Amerikan merkez bankası Fed’in kendi hesaplarına göre idare edilmektedir.

Bu bankanın bağlı olduğu ekonomi alanı ise tam bir facia halindedir. ABD’nin giderek yükselen yıllık bütçe açığı geçtiğimiz yıl 3 trilyona yaklaştı. Ulusal borcu ise 30 trilyon civarına gelmektedir. Yani bizzat ABD’nin küresel mali ve ticari dengeyi ayakta tutabilecek iktisadi bir dayanağı artık kalmamış görünmektedir. IMF’nin son raporuna göre daha 1999 yılında dünya rezervlerindeki payı %71 olan dolar, geçtiğimiz yıl %59’a kadar gerilemiş ve bugün bu gerileme trendi derinleşerek sürmektedir. Bunun en büyük nedeni ABD’nin dünya GSYİH içindeki örneğin 1960’ta %40 olan payının 2021’de %24’e düşmesidir.

Bunu G7 ekonomileri üzerinden de ifade etmek mümkündür. 1989’da G7 küresel GSYİH’nın %78.9’unun oluşturuyorken 2021’de bu oran %57.8’e düştü. Bunun yerine gelişmekte olan ülkelerin payı %21’den, 2021’de %47’ye yükseldi. Bir diğer hesaplamaya göre bugün BRIC+ Rusya’ya yaptırım uygulamayan ekonomilerdin toplamı G7’den %24 fazla teşkil etmektedir.

Rusya ve Çin’in önderliğinde Doğu ekonomilerinin yürüttükleri dolarsızlaşma kampanyaları sonucunda bu ekonomilerin kendi iç ticaretlerindeki dolar dışı para kullanımı artık %70’lerin üzerine çıkmış durumdadır.

Emperyalist krizin temelinde, ikinci savaştan bu yana dünya ticaretini yöneten ABD emperyalizminin artık bu sistemi küresel mali standartlara göre yürütme koşulunun kalmayışındadır. Bunun en somut göstergesi iktisadi ve mali çöküşünü hızlandırmak için Rusya’ya yapılan müdahalelere karşın Ruble’nin bu yıl içinde dolara karşı %40 değer kazanmasıdır.

Bütün bu çöküş emarelerine karşın, uluslararası emperyalizmin, artık yeniden yapılandırılması kaçınılmaz olan yeni mali sistemi gene kendi egemenliğinde şekillendirme çabası 2020 Mart’ındaki çöküşten bu yana küresel çapta yaşanan bütün bunalımların tek nedeni durumundadır.

Emperyalizmin dünya pazarına iktisadi ve siyasi müdahalesi Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesiyle birlikte artık askeri bir düzeye tırmanmış durumdadır. Bu aşamadan sonra bütün siyasal denge ve beklentiler bu savaşın önümüzdeki süreçte alabileceği şekillenme tahminleri üzerine gelişmektedir.

Başlangıçtan itibaren bu gerilimin küresel çapı bir nükleer savaş beklentisi taşıyor görünse de, savaşın en başta Ukrayna gibi dar bir alanda başlaması zaten nükleer düzeyde bir savaşın özellikle emperyalist blok tarafından istenir olmamasından kaynaklıdır. Bu emperyalistlerin vicdanı gereği değil, Rusya’nın askeri kapasitesi karşısında böyle bir savaşı göze alamamalarının bir sonucudur. Rusya ve bilinir ittifakları, nükleer vuruş gücü ve topyekûn bir savaş hesaplaşmasında NATO’dan daha ileri durumdadır.

Bu koşullarda emperyalist dünya, öncelikle savaşın nükleer düzeyini öteleyerek konvansiyonel bir savaşa indirgemeyi tercih etmiş ve Rusya’yı en yakın sınır ülkeleri üzerinden klasik savaşa mecbur bırakarak kendi egemenlik coğrafyalarını güvence altında tutmaya yönelmiştir. Böylece onu bir dünya gücü olmaktan uzaklaştırmayı gündemine almıştır. Bu bilindiği gibi emperyalizmin Afganistan’dan beri Sovyetler Birliği’ne ve bugün Rusya’ya karşı yürüttüğü taktiktir. Suriye meselesinde de, Amerika’nın tek hedefinin o bölgeyi Rusya için bir bataklık haline getirmek olduğu dönemin Beyaz Saray temsilcisi James Jeffrey tarafından ifade edilmişti. Benzer amaç son Ukrayna ziyaretinde Amerikan Savunma Bakanı Austin tarafından da dile getirildi. Austin, bu savaştaki amacın Rusya’yı başlangıçtaki savaş gücünden düşürmek olduğunu söyledi. Bu nedenle emperyalist dünyanın bütün savaş otoriteleri bugün Ukrayna’yı her tür silahla donatarak bu savaşı elden geldiğince uzatmak amacında olduklarını dile getirmektedirler.

Bugün Ukrayna’daki savaşın seyrinin Rusya’nın hâkimiyetinde geliştiği herkesçe kabul edilmektedir. Bu durumda da emperyalist dünyanın cephedeki savaşı Polonya ve Romanya üzerinden geliştirmenin hazırlıkları içinde olduğu görülmektedir.

Bu emperyalist burjuvazi açısından sürecin bir yönüdür. Bunun bir diğer yönünü de Davos’taki bildirimleri itibariyle emperyalist duayen Kissinger’in yaklaşımları oluşturuyor. Kissinger’a göre Rusya’yı Çin’e karşı kazanmak için onu emperyalist sistemle ilişkide tutacak kertede istekleri kabul edilmelidir. NATO sekreteri Stoltenberg’de aynı şeyleri yineledi. Bariş için toprak vb bedeller ödemenin düşünülmesi gerektiğine dair mızıldandı. Uluslararası mali krize ilişkin son değerlendirmesinde IMF başkanı Kristalina Georgieva’da ilk iş olarak “savaşı bitirme”yi önerdi. Ardından C19’la yüzleşmeyi… Ve sonuçta 2020 Mart’ından bu yana ABD’nin yanında en büyük mali sıkıntılara sürüklenen AB’nin Almanya, Fransa ve İtalya gibi öncü ülkeleri geçtiğimiz günlerde Kiev’e gittiler. Bu konuda her ne kadar basında henüz ayrıntılı bilgiler yer almadıysa da bu seyahatin muhtemelen bu politikanın uygulanma koşullarını irdelemek üzere yapıldığı genel bir tahmin halindedir.

Çünkü emperyalist burjuvazi sadece Rusya karşısında değil, yarattığı enerji ve gıda krizleri ve pahalılıkla metropol proletaryasının da ayaklanma tehdidi altındadır. Küresel çaptaki benzer koşulların uluslararası proletaryanın eyleminde 48’lerdeki gibi devrimsel bir kuşak oluşturması ihtimali hiç de hayalcilikle karşılanmamalıdır.

Ancak açıktır ki bütün bunlara karşın böyle bir politikanın devreye sokulması ABD imparatorluğunun çöküşü, ABD hegemonyasının kalıntısının bile ortadan kalkması demektir. Bu nedenle Amerikan neocon’ları, bu tür eğilimlere karşı Ukrayna savaşının Rusya’nın yenilgisine kadar sürdürülmesi için gündeme yeni siyasal yüklemeler yapıyorlar.

ABD ve onun doğu Avrupalı müttefikleri bu zorlamayı sürdürebilecek güçtedirler ve bölgedeki savaş dünya pazarında yeni bir denge çıkana kadar sürebilecek potansiyel taşımaktadır.

Bu itibarla, konvansiyonel savaşa göre geliştirdiği Sarmat, TOS2 gibi imha gücü çok yüksek yeni silahlara karşın Rusya,  Karadeniz ve Baltık alanında oluşabilecek bir savaş genişliğini kendi sınırlarından pek de uzağa taşıyabilme imkânına sahip gözükmemektedir.

Yeni bir dünya düzeni yeniden kuruluna değin Donbass-Basra ekseni sıcak bir cephe hattı olarak varlığını sürdürecektir.

Bu cephe hattının güney ucu da giderek hareketlenmektedir. Amerika nasıl Rusya’yı bir NATO kuşatması içine almaya çalışıyorsa aynı şekilde küresel savaş hattının güney ucundaki İran’ı da aynı şekilde, bu kez gerici Arap rejimleri ve Türkiye ile bir kuşatmaya alma gayretindedir.

ABD, öncelikle bölgede temel ittifakı olan İsrail’i rahatlatacak şekilde İran’la olan nükleer anlaşma sürecini rafa kaldırmış durumdadır. Tıpkı kuzey akımı 2 projesinde olduğu gibi Avrupa’nın bu anlaşma doğrultusunda yaptığı bütün basınç Ukrayna krizinden sonra ortadan kalkmış durumdadır.

Buna ek olarak İsrail’in İran içindeki gizli açık saldırıları süreklilik kazanmış durumdadır. Geçtiğimiz aylarda bazı askeri personele ve askeri uzmanlara yönelik suikast saldırılarının yanı sıra kimya tesislerine yönelik sabotajlarda İsrail, İran tarafından doğrudan suçlandı ve Süleymaniye yapılan suikastla birlikte bu saldırıların da hesabının sorulacağı ifade edildi.

Bununla birlikte bölge denklemlerinde hem Irak’da hem de Suriye’de İran-Rusya ittifakı daha güçlü hamleler yapabilmektedirler.

Birinci olarak Irak’ta, Süleymani cinayetinden beri bölgedeki Şii halk muhalefetini iç çelişkilere sürükleyen Amerikancı iktidar yapısı yerini Amerika’nın Irak’tan çıkarılması doğrultusunda alınmış olan meclis kararını uygulamaya sokabilecek bir hükümet kompozisyonuna doğru ilerlemektedir. Son seçimlerden birinci çıkan Sadr’ın partisinin engellemelerine karşı, diğer Şii partiler yeni hükümeti kuracak çoğunluğu toplamış durumdadırlar. Bu gelişme üzerine Sadr bir kez daha siyasal faaliyetlerini durdurdu ve vekillerini istifaya çağırdı. Böylece Irak’taki siyasal inisiyatif artık ağırlıkla Amerika karşıtı Şii muhalefete geçmiş görünmektedir. Bu gelişme bir taraftan Haşd ü Şabi’nin varlığını güvence altına alırken Irak Cumhurbaşkanlığında KDP’nin değil YNK’nin adayını öne çıkartmaktadır. Buna önlem olarak Barzani, Sadr’ın çekilmesi üzerine yaptığı açıklamayla KDP’nin yeni durumda Şii muhalefetiyle yeni arayışlara açık olduğunu da ifade etmiş oldu. Bu gelişmeler üzerinden Irak siyasetindeki mevcut istikrarsızlığın izleyeceği seyrin önümüzdeki günlerde daha kesin çizgilere kavuşacağı beklenebilir.

Irak’taki mevcut siyasal istikrarsızlık, açıktır ki TC’nin MSA’ya yönelik operasyonlarının gelişimini de etkileyecek önemdedir. Sömürgeci Saray rejimi ülke içinde çözülen hegemonyasını güçlendirme ihtiyacı duyduğu her aşamada Kürt halkına ve onun devrim ve direniş merkezlerine saldırıyı ön plana çıkartmıştır. Bu bağlamda Pençe-Kilit adıyla yenilenen yeni operasyon dönemi de gene ülkenin yüksek derecede ekonomik, mali ve siyasal krizler içinde debelendiği bir evrede başlatılmıştır. MSA alanlarına daha önceleri yapılan saldırılarda olduğu gibi bu operasyonda da TC güçlerine asıl destek KDP’nin sağladığı imkânlarla gelmiştir. KDP bir taraftan istihbari bilgiler verirken diğer taraftan sahadaki konuşlanmalarıyla gerillanın hareketine kısmi sınırlamalar getirmeye gayret etmektedir. Bu nedenle de gerilla tarafından artık bu tür manevralar tıpkı Türk ordusunun manevraları gibi “düşman” kapsamına alınmış durumdadır.

Her ne kadar Irak’taki siyasal istikrarsızlık TC’nin taktik fırsatçılığına da cesaret verici olabilecekse de siyasal dalgalanmaların KDP üzerindeki etkisi Türk ordusunun Medya Savunma Alanları’na yönelik operasyonlarında kısıtlayıcı da olabilecektir, çünkü KDP, Irak siyasal coğrafyası içindeki MSA alanlarında “yabancı güç” niteliğindeki TC ile ilişkilerinde daha sınırlı davranmak zorunda kalacaktır. Bu durum HPG’nin savaşını stratejik olarak daha da etkili kılacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin MSA ve Şengal üzerindeki KDP destekli hamlelerinin önü artık eskisi kadar açık olamayacaktır.

İkinci olarak Suriye’de de Türkiye’nin niyetlendiği hamlelerin önü de keza oldukça kapalı görünmektedir. SDM kaynaklarının açıklamalarıyla teyit edildiği üzere Amerika ve Rusya, Suriye üzerindeki kendi etki alanlarında Türkiye’nin askeri operasyonlara girişmesini istememektedirler.

İran ve Rusya, Suriye’de rejimi oldukça güçlü bir güvenlik çemberi içinde tutarlarken Amerika da İŞİD’e karşı korunması bağlamında Kürt halkına verdiği desteği bölgede varoluşunun gerekçesi olarak kullanmaktadır. Rojava’ya yönelik operasyonlar bu dengeleri bozacağından dolayı her iki küresel güç TC’nin bölgeye yönelik askeri planlarına karşı çıkmaktadırlar.

Bununla birlikte, bundan önceki dönemlerde bu iki gücün de TC’yi kendi politik etki alanında tutabilmek gibi reel politik nedenlerle örneğin Efrin ve Serekaniye gibi alanlarda işgaline sessiz kaldıkları bilinmektedir. Özellikle dünya bunalımının Ukrayna savaşıyla açılman yeni evresinde sahip olduğu jeostratejik konumlanma itibariyle TC’nin yeni işgal fırsatlarını zorlaması gene mümkün olabilecektir ancak Irak’ta ve Rojava’da denklemler bu tarz kurulduğunda TC’nin bu hamlelerini sadece iç politik etkiler ölçeğinde planlayabileceği ve zaten Kürdistan gerillasının yüksek bir direniş gösterdiği koşullarda Kürt devriminin bölgesel mevzilenmesinde önemli bir hasara yol açamayacağı şimdiden söylenebilir.

Türkiye ve TC, coğrafya ve devlet kimliğiyle uluslararası emperyalizmin bölgedeki en stratejik mevziini oluşturmaktadır. Bu nedenle, emperyalist güçler bir yandan Saray gericiliğinin kendini güçlendirmek için ihtiyaç hissettiği politikalara belli ölçülerde sınırlama getirirken diğer yandan da onu güçlü ve ayakta tutacak destekleri RTE-AKP iktidarının arkasına yığmaktan geri durmamaktadırlar.

Suudi ve İhvan arasındaki çelişkilerin Kaşıkçı cinayeti döneminde neredeyse bir savaş şiddetinde yükselmesine karşın bugün Suudi prensi MbSelman’la RTE’nin buluşması emperyalizmin bu kurgusu itibariyledir. Bu buluşma, bir yandan Suudilerin İhvan’ın önemli bir merkezi olan Saray iktidarı üzerinde ağırlığını, diğer yandan RTE iktidarının Rusya’ya karşı emperyalizmin yanında duran siyasetine mali kaynak aktarımını ve diğer yandan da Ortadoğu’daki kimi gaz kaynaklarının Avrupa’ya doğru aktarılacağı güzergâhın tasarlanmasını karşımıza çıkartmaktadır. Bölgede Suudi-Katar, İsrail-Körfez gericilikleri arasında gerçekleşen son yıllardaki uzlaşma sürecine, RTE’nin İsrail’le ve şimdi de Suudilerle yaptığı buluşmalar sonrasında artık TC’de katılmış durumdadır.

Bu gelişmelerin, emperyalizmin ihtiyacı olduğu kertede siyasi ve mali krizlerin kıskacında olan gerici faşist Saray iktidarını güçlendirdiği ortadadır.

Bilindiği gibi AKP gericiliği TC iktidarını kendi siyasal bekasıyla bütünleştirmiş durumdadır. Bu belirleme artık bir siyasal analizin konusu olmaktan çıkarak RTE’nin sözleriyle onaylanmış durumdadır. Bilindiği gibi RTE, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir konuşmada, kendi aleyhine söylenen her sözü Türkiye’ye yönelik bir düşmanlıkla özdeşleştirdi. Bu ifade bir taraftan RTE-Saray iktidarının bildik bir burjuva sınıf iktidarından öte, tarihen ölüme mahkûm bir klik olduğunun, diğer taraftan da, TC’nin bütün imkânlarını bugüne kadar olduğu gibi bugünden sonra da kendisi için kullanmaktan çekinmeyeceğinin itirafıdır.

Daha önceki tespitlerimizde ifade ettiğimiz üzere AKP-MHP faşizmi 1 Kasım öncesi süreci yenileme isteğinde olduğunu her geçen gün gözlere batırmaktadır. Kürt siyasal muhalefeti gene öncelikli hedef durumundadır. Bir taraftan HDP üzerine dokunulmazlık ve doğrudan sokak saldırılarıyla yönelirken diğer taraftan Van’da görüldüğü üzere Türk ordusunun Kürt halkı üzerindeki sömürgeci terörü yeniden ısıtılmaktadır. Yeniden üretiminin iyice daraldığı koşullarda sermayenin paylaşım krizi TÜSİAD’la RTE arasında açık programatik tartışmalara dönüşmüş durumdadır. Rantçı ve tüccar sermaye adına konuşan Saray iktisatçıları tekelci burjuvazinin doğrudan temsil kurumu olan TÜSİAD’ı neredeyse “gayrı milli” ilan edecek kertede düşman görmektedirler. Bu paraleldeki liberaller de Saray’ın gerici siyasal terörünün hedefi durumundadırlar. Gezi davasındaki zindancı hükümler sonrasında şimdilerde Pınar Selek’in davası da yeniden ısıtılmaktadır. AKP-MHP gerici faşist iktidarının artık liberallerin eleştirilerine bile tahammülü kalmamış durumdadır.

Bu koşullarda burjuva muhalefet kendi varlıklarının yegâne kanıtı olarak görünen seçim ihtimaline kapılanmış, başka bir hayat emaresi gösteremez durumdadır. Türkiyeli sol liberaller ve liberal sol ise  burjuva muhalefetin bu çökkünlüğünün altında kalmış gözüküyor. Ancak işin umut verici yanı odur ki, liberal Kürt siyaseti, TC’nin sömürgeci zorlamaları karşısında giderek Kürt devriminin siyasal değerlendirmelerinin daha çok farkına varmaktadır. Bundan önceki değerlendirmelerinde milletvekili seçimlerinde bağımsız tutum sergilerken cumhurbaşkanı seçimlerinde millet ittifakına kapıyı açık tutan HDP politikası, Saray iktidarının ve burjuva muhalefetin Kürt düşmanı politikaları karşısında olası seçimlerde tümüyle bağımsız bir hatta yönelmeye başladı. Aslında HDP’nin dile getirdiği “üçüncü yol” ancak bu koşullarda üçüncü bir yol olabilecekken liberal umutlar bu ifadenin içinde kırılmalara yol açmaktaydı. “7’li masa” olarak tabir edilen liberal sol ittifakın da buna bir itirazı bulunmamaktaydı. Ancak tarihin akışı siyasal gerçekleri artık daha net görünür kılmaktadır ve halk yığınları iktidarı ve muhalefetiyle burjuva siyasetinden hiçbir şey beklemediğini giderek eylemcil düzeyde de açığa vurmaya başladı. Bu yılın ilk ayları ülke çapında işçi direnişleri ve eylemleriyle geçerken, 8 Mart’ta kadınların ve ardından Newroz’da Kürtlerin özgürlük ve direniş sloganları toplumu etkiledi. Ancak 1 Mayıs’ta halk muhalefetindeki bu yükselişin gereğince sürdürülemediği açığa çıktı.

Bu durumda Türkiye ve Kürdistan birleşik devrimi hesabını TC’nin elinde siyaseten ne kaldığı üzerine yapmalıdır.

İktisaden biliniyor: TC’nin elinde iç ve dış piyasa koşullarını yürütecek en ufak bir birikim bile kalmamıştır. Geçtiğimiz yıl eksi 45 milyarlık MB bakiyesinin şimdilerde eksi 52 milyar olduğunu okuyoruz. Yani bütün swap oyunlarına karşın MB’nin envanteri eksi 45-55 milyar arasında olduğu söyleniyor. Enflasyon da %150’ye tırmanmış durumda. İşsizlik büyüyor.

Siyaseten ise artık AKP’nin oy oranı %30’ların altında ve AKP’nin önünde koşan RTE, cumhurbaşkanlığı seçiminde bütün diğer adaylardan daha geri durumda.

Peki, bu koşullarda RTE faşizmine, Saray gericiliğine karşı toplumsal siyasal tepki ne durumda?

Kürt halk sınıflarının kendini aşamayan ama keza kendini daima yeniden üretmekten de geri kalmayan siyasal ağırlığı ötesinde Türkiye metropolleri siyasal bir değişim getirecek bir halk hareketi yaratamamaktadır. Halk sınıfları kendi tarihsel devlet algısı ve düzen partilerinin oportünist yönlendirmesi altında neredeyse siyasal bir yokluğa zincirlenmiş durumdadır. Türkiye’de genel olarak burjuvazinin ve özel olarak RTE-AKP iktidarının varlık mucizesi işte budur!

Bunun nedeni halk hareketinin öfke birikimindeki düşük düzey değildir.

Aksine… Sorun siyasal öncüdedir.

Sorun, siyasal öncünün 70’lerden beri, yüksek performanslı atakları sonrasında gelen yenilgileri itibariyle hem ruhsal hem de özellikle 90’dan sonra gelişen ideolojik gerilemesi sonucunda ortaya çıkan yetersiz önderlik hattındadır.

Bu tablonun en somut görünümü yukarıda andığımız haliyle 1 Mayıs kesitinde karşımıza serildi. Bir tarafta ruhsal motivasyonu verili koşullar itibariyle düşük hissedilen bir sınıf kitlesi, diğer yanda devrimci inisiyatifini sürdürme ısrarında olan ama hala kitleselleşememiş öncü atılımlar… Yani devrimimizin tarihsel problemi yeni bir kesitte yeniden karşımızda durmaktadır.

Bununla birlikte,  birinci olarak bu sorunla tanışıklığımızın getirdiği soğukkanlılık, ikinci olarak da devrim nesnelliğinin bölgede ve özellikle ülkedeki yoğunlaşması bu problemi çözmek konusunda bizleri belki de önceki dönemlerden, önceki fırsatlardan daha da şanslı kılıyor.

Bu şans, Kürt özgürlük hareketinin metropol devrimci süreçlerine giderek daha da yoğunlaşmasıyla daha da güçlü bir imkan haline geliyor. Kürt devrimi, TC’nin önümüzdeki günlere yönelik hesap ve hamleleri ne olursa olsun, üzerine yönelen Nato operasyonunu hem inançlı ve kararlı direniş çizgisiyle hem de bölge dengeleri itibariyle şimdiden boşa düşürmüş görünmektedir.

Kürt özgürlük hareketi, aynı zamanda bu başarısını, özellikle içinde bulunduğumuz ülke seçimleri evresinde bile, TC sömürgeciliğinden kurtulma bilinciyle harmanlayarak mücadeleyi Türkiye metropollerindeki bir devrime kilitleme uyanıklığı gösteriyor.

Devrim nesnelliğinin bu yüksek olgunluğunu bütün bu öznel devrim nitelikleriyle birlikte ele aldığımızda tarihin bizden nasıl bir başarı beklediğini görmüş oluruz.

Örgütümüzün sınıfa yönelik açılımları ve öncü atılımdaki ısrarı bu şansın maddeleşmesi için gerekli ön koşulları bize sağlıyor.

Paylaşın