En Çok Okunanlar, Umut Yazıları

Editörden | 3.savaşta yeni evre ve Türkiye

İsrail’in, beklendiği üzere Gazze’de kara harekâtını başlatması bölge ve dünya konjonktürünün ne yönlü dalgalanmalar geçirebileceğine dair işaretleri de önümüze koymaya başladı. Nasrallah’ın konuşmasında bırakılan belirsizlikler bile başka verilerin eşliğinde sürecin geleceğine ilişkin kimi öngörüler geliştirmeye imkân sağlıyor.

Siyonist işgale karşı savaşın ne yönlü gelişebileceğine dair tartışmalar genelde savaşının kendi sınırlarının ötesinde bölgesel bir savaş bağlamına sıçrayıp sıçramayacağına üzerine yürütülüyor. Nasrallah’ın, Hizbullah’ın “düşük yoğunluklu” konumunu koruyacağına dair açıklaması pek çok gözlemciyi bu konuda rahatlattı. Hizbullah savaşa aktif bir katılım sağlamıyorsa savaş derinleşmeyecek ve yaygınlaşmayacak demekti.

Bu tarz mantık yürütme iki açıdan sorun taşıyor: birincisi, anglosiyonist emperyalizmin bütün soykırımcı katliamına karşın sürecin inisiyatif üstünlüğü Hamas tufanından itibaren zaten Filistin halkında, savaşçılarında ve topyekun direniş güçlerindedir. Aksa Tufanı hamlesi ve bu hamlenin bölgedeki ve dünyadaki bütün ittifakları açısından bu pozisyonu ve insiyatifi korumak esas olandır. Dolayısıyla bu aşama itibariyle ne Hizbullah’ın, ne de İran’ın, süreci derinleştirmek yanlısı bir tutum almalarını beklemek pek geçerli olmamaktadır. Nasrallah’ın konuşma çerçevesi de, Umut editoryanın geçen değerlendirmesinde çizilen bu öngörü çerçevesinde olmuştur.

Siyonizmin ve emperyalizmin bölgedeki ağırlığını dağıtan Filistin insiyatifi, 50 yıldır askıda kalan Filistin devletleşmesinde ileri siyasal sonuçlar üretmek için kahırlı bir savaş hattında yürüyecektir. Bu yönün kaçınılmazlığı hem Lavrov’un, hem de Macron’un Ortadoğu konferanslarına doğru yaptıkları hamlelerle kendini göstermektedir.

O halde, ikincisi, savaşı derinleştirecek bir hamle sahada pozisyon ve insiyatif kaybı yaşayan emperyalistlerden ve siyonizmden gelmek durumundadır. Örneğin Amerika tarafından İran’a ya da İsrail tarafından Lübnan’a, vb.. Anglosiyonist emperyalizmin Filistin halkının hamlesi karşısında içine girdiği açmazlar bu tür büyük taşları hareket ettirmeyi gerektiriyorsa da, savaşın derinleşmesini öngören her tartışma, böyle bir gidişin bölge savaşı sınırlarında kalamayacağını, hemen ardından dünyanın büyük güçlerinin çarpışmasına tekerlenebileceğini gösteriyor. Ortadoğu bütün dünya sistemlerinin kalbidir. Kimse kalbinin bir başkasının avuçlarında sıkıştırılmasına müsaade etmez. Sahada gündeme gelebilecek her yeni hamle bu uç atlayışlar itibariyle değerlendirilmelidir.

Bu değerlendirme yapıldığı takdirde siyonizmin tarihsel bir “beka” sorunu karşısında her türlü saldırganlığa açık olduğu, dolayısıyla bölgede savaşı tırmandıracak girdinin ondan beklenmesi gerektiği, ancak onun da bu saldırganlıkla yol alabilmesi için, onu desteklemesi gereken emperyalizmin böyle bir sürece girme gücünde olmadığı kolay görülür ve temsilcilerinin ağzından itiraf edilen bir durumdur. Amerika ve İsrail, ne hamle gücünde ne de, diyelim Ukrayna’daki gibi uzun bir savaşı sürdürebilecek askeri, siyasal ve mali bir düzeye sahip görünmektedirler. Ve bu toplam itibariyle Nasrallah’ın konuşmasının hemen arkasından Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü, Hizbullah ve diğer direniş güçlerinin avantajlı konumunu “Hizbullah ve devlet veya devlet dışı diğer aktörler süregelen çatışmadan yararlanmaya çalışmamalıdır” sözleriyle itiraf ederken ABD’nin geçerli politik tutumunu “Hamas’ın İsrail’e getirdiği çatışmanın tırmanmasını veya genişlemesini istemiyoruz” (Times of Israel, 3 Kasım 2023) şeklinde belirtti.

Kuşkusuz anglosiyonist emperyalizmin ikiyüzlü politik karakteri bütün dünya halkları açısından çok iyi bilindiği için bu konuya biraz daha yakından bakmak yararlı olacaktır.

Siyonizmin Beka Projesi: Nakba

İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırı şiddetinin güncel bir politik karşıtlıktan ziyade Filistin halkını bölgeden sürerek Ortadoğu’da anglosiyonist emperyalizme stratejik bir alan tutmak olduğu sadece Netanyahu’nun Yahudi kutsal belgelerinden yaptığı aktarmalarla değil, deşifre olan istihbarat raporlarıyla da belgelendi. Buna göre Filistin’deki Filistin halkı Mısır’a sürülecekti. Bu projeye başta Mısır olmak üzere bütün bölge ülkeleri ve direniş güçleri karşı çıktı.

Şimdi İsrail bu proje için ikna gücünü her geçen gün artan katliamlarla geçerli kılmaya çalışıyor. Amerikan senatosu ve İsrail parlamentosundaki kimi milletvekilleri bu projenin hayata geçebilmesi için Filistin halkının bir bütün olarak soykırıma uğratılmasını pervasızca savunuyorlar.

Bununla birlikte, yarısı çocuk on bin kişinin katledilmesi bile Filistin halkının ve direniş güçlerinin iradelerini sarsamazken İsrail, taşıdığı risk ve tehditler nedeniyle elinden geldiğince ertelemeye çalıştığı kara harekâtına da girmek zorunda kaldı.

Bu risk ve tehditlerin büyüklüğü İsrail’i kara harekâtını başlatıp başlatmadığı konusunda ikircimli ifadelere zorlarken, bütün operasyonel başarıyı ancak kitle katliamına bağlı olarak gördüğünü işgal harekâtının askeri verileri üzerinden izlemek mümkündür.

Siyonist işgal ordusu, Gazze etrafındaki kırsal alanları geçip kendisinin harabeye çevirdiği yerleşim alanlarına geldiğinde hızla kayıp vermeye başladı. Direniş güçleri sürekli İsrail ordusuna karşı yaptıkları saldırıları rapor ediyorlar. Mevcut durum itibariyle Gazze şeridinde kuzey güney bağlantısını kontrol altına almış görünse de İsrail, henüz ne tünellerin sırrını çözebildi, ne de doğrudan Yemen’in açtığı savaşa karşılık geliştirme gücü var. Tel Aviv artık sadece direniş güçlerinin göreli düşük etkili roketlerinin değil aynı zamanda Yemen’in İran ve Rus modifikasyonlu Burkan füzelerinin de menziline alınmış durumda. Artık Hizbullah’ın da aynı orta menzilli ve güdümlü füzeleri kullanıma sokmuş olduğu görünüyor.

Filistin halkı siyonist emperyalizmin katliamına kendi ölüleriyle barikat kurarken siyonist İsrail’in artık kevgire dönmüş Demir Kubbe’den ve Amerikan donanmasının hava savunmasından başka hiçbir direnç dayanağı yoktur. Bu yüzden İsrail için esas olan çıplak bir soykırımla dünya diplomasi dengesini kendi bekasına mecbur kılmaktan başka bir çaresi yok görünmektedir.

Özetle, içinde bulunan aşama itibariyle: İsrail’in kendi bekası için bütün bölgeyi ve dünyayı ateşle sarmak mecburiyetine karşın, Filistin halkı ve öncü güçleri, bütün tahammül edilemezliğiyle birlikte, savaşı İsrail’e karşı bir direniş çerçevesinde tutan ısrarlı bir politika yürütüyorlar. Hizbullah’ın açıklaması bütün katliama karşın Filistin halkının ve direniş güçlerinin süreci yönetmekte büyük bir stratejik tasarıma sahip olduklarını gösteriyor. Umut gazetesinin geçen Editorya değerlendirmesinde adını andığı Kaani’ye ve ek olarak Wagner üzeri Rus lojistiğine dair basında çıkan söylentiler bu stratejik tasarımın gücüne oldukça denk düşüyor. İsrail’in bütün şiddet sarmalına karşın savaşın bölgesel ve küresel bir savaşa dönüşme imkânı henüz görünmüyor.

Küresel Filistin İntifadası ve Emperyalist Çaresizlik

Bir diğer taraftan, bu savaş ritmi emperyalistler ve siyonistler açısından pek sürdürülebilir de görünmemektedir.

Konuyu makro ölçekte ele alacak olursak, çünkü;

birinci olarak, Filistin rüzgarı, artık sadece bölge ülkelerinde değil, Tel Aviv’den Newyork’a, Seul’den Santiago’ya ama özellikle emperyalist sömürgeciliğin anavatanı Avrupa merkezlerinde milyonlarca ezileni sokağa dökmektedir. Bütün emperyalist yönetimler kendi halklarının tecridine uğruyorlar.

Emperyalist bunalımın bu derinliği içinde uluslararası burjuvazinin en ihtiyaç duyduğu şey “eskisi gibi yönetebilmek” gücüdür ve bu güç yeni emperyalist savaş konjonktüründe artık bütün ülkelerin çalışanlarını ve ezilenlerini başka arayışlara doğru sürüklemektedir. Ukrayna’da emperyalizmin bütün ipliği pazara döküldükten sonra şimdi siyonizme açılan destek kapıları halk yığınları tarafından siyonist emperyalizmin siyasal temsilcilerinin suratına çarpılmaktadır.

Acısı bu kadar yüksek olmasa belki Filistin Baharı da diyebileceğimiz bu kitle kabarışı mutlaka tıpkı 2011’deki Arap Baharı gibi kalıcı etkiler bırakacaktır. Sadece Arap sokağında değil, emperyalizmin merkezlerinde ve özellikle Ortadoğu’da. Arap Baharı bir tür emperyalist manipülasyonlara açık bir süreç idiyse de Filistin İntifadası artık küresel bir başkaldırıya dönüşmüş durumda. Dünya halkları sadece emperyalist siyonist oligarşileri değil, açık ya da örtük, onlarla yakın duruş gayreti içinde olanları da aşağılayarak sokakları inletiyorlar.

Anglosiyonist emperyalizm bölgede İsrail’le normalleşme derdindeyken ve az çok yol almışken şimdi Filistin halkının, küresel Arap ve Latin Amerika ezilenlerinin bu başkaldırısı artık bir çok ülkenin İsrail’den elçiliklerini çekmelerine ve Biden’ın Ortadoğu ziyaretinde bile kapıları yüzüne kapatmalarına yol açıyor.

İsrail, işlediği savaş suçlarıyla siyonizmin iğrenç yüzünü açığa çıkarttıkça Hamas kimliği etrafında üzerine örtmeye çalıştığı haklılık şalları hızla yerlere döküldü. Amerika ve İsrail’in kendi ölümlerini gördükleri ateşkes çağrısı, bir yaptırım gücü taşımamasına karşın dünya ülkelerinin BM zemininde karşılıklı mevzilenmelerini gösterecek tarzda 120 ülkenin evet oyuyla kabul edildi. Özellikle, İngiltere, Almanya, Fransa gibi iri 15 AB ülkesi çekimser oy kullanmak zorunda kaldı. Bu döküm anglosiyonist emperyalizmin salt küresel güneyden değil, Avrupa ittifaklarıyla da farklılaşmasını ortaya çıkardı.

Nihayetinde Biden yönetiminin Netanyahu politikalarının peşinde küresel ağırlığını kaybetmekte olduğuna dair eleştiriler eşliğinde Blinken iyice sıklaşmış Tel Aviv ziyaretlerinin sonuncusunda“ateş kes” diyemese de esirlerin kurtarılması için “önemli bir insani ara” önermekten uzak duramadı. Netanyahu bu talebi reddetti ama esirler için müzakereyi şart koşan Nasrallah’a cevaben esirler alınmadan müzakere olmaz diyerek müzakereyi de başlatmış oldu.

Bu gelişmeler göstermektedir ki anglosiyonist dünya birbiriyle çelişen açmazlar içinde düğümlenmektedir. Dünya kamuoyu İsrail’in siyasal yönelimlerinden dolayı doğrudan Amerika’yı sorumlu tutuyor. Ürdün’ün ateşkes önerisine karşı BM’de ABD’nin kullandığı red oyu bunu bütün dünyanın gözünde tescilledi.

Öncesinde, Putin’in Rusya Güvenlik Konseyi’ndeki konuşması, küresel çatışmayı Ukrayna’dan Ortadoğu’yu doğru çekerken asıl sorumlu olanı “kolektif batı”dan doğrudan ABD’ye daraltarak hem Avrasya, hem Arap ve hem de kısmen Avrupa ülkelerine 3. savaşın çözüm hattını da göstermiş oldu. Bu nedenle Amerika bölge hâkimiyetinde daha fazla itibar ve etki zafiyetine uğramamak için öncelikle İsrail üzerindeki egemenliğini kanıtlama zorunluluğuyla yüz yüzedir. Netanyahu’nun Blinken’in “önemli insani ara” önerisini reddetmesinden sonra Ürdün önderliğinde bölge ülkeleriyle yapılan görüşmelerde gene de ortaya çıkan ateşkes esaslı politik yönelim bu zorlamayı açığa vuruyor.

Bu bıçak sırtı dengede Netanyahu hükümetinin ya da Amerikan yönetimindeki neocon’ların bir Tonkin körfezi girdisi yaratmaları elbette mümkündür ama gelin görün ki, bu yeme düşmesi istenen at’ın kendisi, yani Amerikan emperyalizmi oldukça terli durumdadır.

Yani ikinci olarak;

Emperyalist Çaresizliğin İtirafı: Sullivan Raporu

Umut editoryası geçen değerlendirmesinde anglosiyonist merkezdeki kimi politik çelişkileri belgeleriyle ortaya koymuştu. Şimdi Biden yönetiminde açıklanan yeni bir değerlendirmeyle benzer çelişki atmosferi kendisini yeniden dışa vurmaktadır. Geçtiğimiz günlerde, doğrudan Biden’a bağlı çalışan Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın imzasını taşıyan yeni bir değerlendirme yayınlandı. ( Sources of American Power, A Foreign Policy for a changed World, Foreign Affairs, 24Ekim 2023). Sullivan’ın kariyeri, genellikle Amerika’da dışişleri bakanlığını önceleyen bir konumdur. Dolayısıyla ifadeleri, Amerikan yönetiminin yaktlaşımları olarak ele alınmalıdır. Değerlendirmenin yayınlanma tarihi her ne kadar İsrail-Filistin savaşından sonraya geliyorsa da içeriği Hamas hamlesinden hemen önce yazıldığını gösteriyor. Sullivan, bu yazısında, Biden yönetiminin gayretleriyle Ortadoğu’nun onyıllardır bu kadar dingin kalmadığını yazıyor, çünkü. Bu ifadenin de açığa çıkardığı gibi değerlendirme, artık yeni bir seçim sürecine girmekte olan Amerika’nın yakın geleceğe ait kurguları ile İsrail-Filistin savaşının bu kurguları nasıl açmaza aldığını göstermesi açısından önemli.

Bu arada, Amerika’nın bölge politikalarına koşut durmayı tercih edenlerin Hamas’la Daiş’i eşleyen söylemlerinin ne denli demagojik olduğunu göstermesi açısından Sullivan’ın dışarı sızan bir konuşmasındaki “Daiş, Suriye’de bizim için çalışıyor” demesiyle popülerleştiğini geçerken söylemiş olalım.

Sullivan’ın değerlendirmesi’nin bel kemiğini ikinci savaştan bu yana süren Amerikan hegemonyasının 70’lere kadar yeni sömürgeci, 2008 krizine kadar neoliberal periyotlarının sonrasında artık üçüncü bir evreye girmek zorunda kalmasının yanı sıra, Amerika’nın bu evreyi daha öncekiler gibi götüremeyeceğine, kimi yenilenmelere ihtiyacı olduğuna dair belirlemeler oluşturuyor.

Bu aslında Trump’ın MAGA (making Amerika great again) projesine saldırgan bir neocon politikayla karşılık veren Demokrat’ların konjonktürel bütün gelişmeler sonrasında artık geri çekilmeye ikna olduklarını gösteriyor.

Amerikan hegemonyasının askeri, politik ve endüstriyel yeniden yapılandırılmasını öneren bu yaklaşımda Amerikan savaş gücüne yönelik getirilen eleştiri dikkat çekicidir. Sullivan değerlendirmesinde, kendi güçlerine duydukları güven nedeniyle “büyük güçlerin çatışma riskini uzak” bulduklarını, 11 Eylül’den itibaren terörle savaşa yoğunlaştıklarını, ancak 2008’den Gürcistan, 2014 Maidan, ardından Güney Çin denizi gerilimi ve Tayvan Boğazı sorunlarıyla karşılaştıklarında evdeki hesabın çarşıya uymadığını gördüklerini yazıyor. “Amerika’nın öncelikleri, büyük güçlerin saldırganlığını caydırma ve meydana geldiğinde karşılık verme gereklerine yeterince hızlı uyum sağlamamıştı.” Sullivan, göreve geldiklerinde Amerikan ordusunun, dünyanın en güçlü ordusu olmasına karşın “onun endüstriyel temelinin giderilemeyen bir dizi güvenlik açığıyla sorunlu” olduğunuve “bazı hayati kaslarının körelmiş” olduğunu yazıyor.

İşte bu mütalaa sonrasında Sullivan ABD’nin “bir sonraki dönem için özellikle büyük güçlerin saldırganlığını caydırıcı olacak ve bu saldırganlık gerçekleştiğinde ona karşılık verecek” bir hazırlıkta olması gerektiğini yazıyor. Afganistan’dan çekilmeyi bu hazırlık süreciyle gerekçelendirirken Ukrayna’daki savaşı sürdürebileceklerini ve Ortadoğu’daki siyasal iklimin de kendi asli öncelikleri için uygun olduğunu uzun uzun tarif ediyor, Sullivan.

Yemen savaşı, Ortadoğu’da düzenli roket saldırısı altındaki Amerikan birlikleri, kapatılan konsolosluklar vb ile “oldukça baskılanmış” bir bölgeyi devraldıklarını ve çabaları sonrasında “şimdilik saldırıların büyük ölçüde durdurulduğu” bir bölge haline geldiğini yazıyor. “İsrail-Filistin durumu, özellikle Batı Şeria’da gergin, ancak ciddi sürtüşmelere rağmen, Gazze’deki krizleri düşürdük ve taraflar arasında doğrudan diplomasiyi yıllar süren yokluğunun ardından yeniden tesis ettik.” Evet, elbette 7 Ekim öncesini tarif ediyor: “Aslında Orta Doğu sürekli zorluklarla kuşatılmış olsa da bölge on yıllardır olduğundan daha sessiz.”

Ve ardından, hızla bir Filistin tufanına dönüşen Hamas’ın saldırısı..

Şimdi artık okuyucu 7 Ekim’in anglosiyonist emperyalizmin bölgede ve dünyada sürdürülebilir kılmaya çalıştığı hegemonyal dengesini nasıl altüst ettiğini kolayca anlamış olmalıdır.

Filistin’de Anglosiyonist Saldırının Sınırları

Bu makro çerçeve içinde her gün yarısı çocuk yüzlerce Filistinli’nin katledildiği bu soykırım mezbahasının ne kadar işleyebileceği mikro ölçekte de ele alınmalıdır, çünkü İsrail’in zorladığı ve umduğu gibi bu çark biteviye dönme imkânı bulabilecek olursa açık ki ardından gelecek sonuç her durumda Filistin halkının kaybı anlamına gelecektir. Ve elbette başta Direniş ekseni olmak üzere bölge halklarının buna müsaade etmesi düşünülemez ve Nasrallah’ın konuşmasında ifade edilen bütün yollara açık hazırlık en nihai ve keskin şekilde siyonist İsrail’i haritadan silmeye yönelecektir. Böyle bir gidişin, Ukrayna’daki savaşın nükleer düzeye geçmesi gibi sonucun artık hesabı yapılamayacak bir olumsuzlukla gerçekleşmesi demek olacağı açıktır.

Ancak görülmektedir ki, sadece Filistin’li ve Arap coğrafyası değil genelde anglosiyonist hegemonya karşıtı güçler soruna hala büyük bir tahammülle yaklaşmakta, politik hamlelerini bu tahammülle şekillendirmektedirler. Nedeni, mevcut veriler itibariyle anglosiyonist emperyalizmin Filistin soykırımı politikasındaki ısrarının aynı zamanda onun sonunu da getirmekte oluşudur.

Her şeyden önce bu saldırıya karşı Filistin halkının ve dünya halklarının başkaldırısı anglosiyonist karargâhta büyük bir paniğe yol açmış durumdadır. Önde gelen transatlantikçi yayın kuruluşu Politico, birbiri ardına yaptığı haberlerle emperyalist merkezdeki bu sarsıntıyı açığa vurdu. Bir yazıyla önce Biden ve yardımcılarının, zaten aralarının iyi olmadığı Netanyahu’nun bu sürece uzun süre dayanamayacağına dair yaklaşımlarını ele aldı (https://www.politico.com/news/2023/11/01/biden-administration-thinks-netanyahu-may-not-last-politically-00124849) ve ardından Amerikan Dışişleri bakanlığı içinden Biden’ın İsrail’e eleştirisiz arka çıkan politikalarının doğru olmadığını işleyen iç yazışmaları gündeme getirdi (https://www.politico.com/news/2023/11/06/u-s-diplomats-slam-israel-policy-in-leaked-memo-00125538).

Biden yönetimindeki bu sallantı sadece yukarıda aktarıldığı tarzda kendi planlamalarından şiddetli bir sapma içermesi nedeniyle değil, aynı zamanda İsrail’in bu politikayı sürdürebilir olduğuna dair taşıdıkları güçlü kuşkulardı. Jarusselem Post yazarı Maayan Jeffe-Hofmann bu sürdürülemezlik koşullarını “İsrail’in 30 gün sonra karşılaştığı 5 zorluk” başlıklı analizinde ele aldı (https://www.jpost.com/arab-israeli-conflict/gaza-news/article-771833). Bu analize göre, 1. Diplomatik destek zayıflıyordu, yani başlangıçta Hamas’a karşı destek ziyareti yapanlar şimdi “insani ara” diye bastırıyorlar’dı. 2. Anti semitizm (yani dünya halklarının Siyonist soykırıma karşı isyanı-nb) güçleniyordu, 3. Ülke kolektif travma yaşıyordu; 2021 yılında yapılan bir araştırma İsrail vatandaşları arasında Covid ve Hamas çatışmaların kişisel dayanıklılık düzeyini azalttığını göstermişti, 4. Savaş İsrail’deki ekonomik durgunluğu artırıyordu; 360 binden fazla yedek askerin göreve çağrılması ekonomiye resesyon getirmekteydi. Bu yüzden 300 önde gelen ekonomist Netanyahu ve maliye bakanı Smotrich’e mektup yazmışlardı. Ve esas olarak 5. Ülke “sonsuz bir savaş ortasında” idi. Yazar, Savunma Bakanı siyonist katil Gallant’ın Hamas’ın temizlendiği bir Gazze tarifini, haklı olarak “bu bir vizyondur, strateji değil” diye değersizleştiriyor ve “Hamas’ı yok etme” fikrinin açmazlarını ayrıntılandırıyor. Hamas’ın Gazze’de toplumsal yapıyla iç içe olduğunu, salt askeri tasfiyenin sonuç getirmeyeceğini; Batı Şeria’dan da geniş destek gördüğünü; 240’dan fazla rehinenin olduğunu, İsrail saldırıları karşısında bunların 60’ının öldüğünü, savaşın uzamasının diğerlerinin hayatını riske attığını ve eğer Hamas dağıtılsa bile “İslami Cihad gibi başka bir terör örgütünün sırada beklediğini yazıyor. Sonuç olarak yazar, “kıdemli bir diplomatik kaynak”tan aktarmayla “zaferden sonra bile (abç) İsrail’in Gazze’de güven içinde olamayacağını” belirtiyor.

Bu verilere, basında yer aldığı haliyle, Filistin savaşının dünyaya 2 trilyon dolara mal olduğunu, bu 30 günde İsrail maliyesinin 8 milyar dolar azaldığını; askeri olarak ülke psikolojisinin taşıyamayacağı can kaybı içinde olduklarını; Hiroşima’nın iki katı bir yekündeki 35 ton patlayıcıyla Gazze’nin mahallelerini dümdüz etmekle birlikte daha henüz tünellere ve tek bir rehineye ulaşamadıklarını eklediğimizde İsrailli Bakan Eliyahu’nun niçin Gazze’ye nükleer bomba atmayı önerdiğini anlamak mümkün olacaktır.

Bütün bunların ötesinde antisiyonist Yahudilerin giderek gelişen muhalefeti, esir ailelerinin basıncı ve özellikle siyonist işgal planının Filistin saldırısıyla akamete uğramasının işgalci yerleşimciler üzerinde yarattığı kızgın şaşkınlık Netanyahu hükümetinin baş edemediği sorunlar dizgesidir.

Nasıl siyonist bombardıman Gazze’de mahallelerin boşalmasını ve Filistin halkının bölgeden sürülmesini zorluyorsa aynı şekilde Filistin direnişi ve Hizbullah saldırıları da siyonist yerleşimcileri oradan oraya sürmektedir. Gazze ve Lübnan sınırındaki işgalci yerleşimlere yönelik direnişçi bombardıman onlarca işgal biriminden 130 bin işgalciyi püskürtmüş durumdadır. Bunlar için açılmaya çalışılan daha güvenli Eliat işgal alanı Irak direnişçileri tarafından hedeflenmiştir ve önceki hükümetlerdeki siyonist savunma bakanı Lieberman bile hiçbir işgalcinin Hizbullah’ın ve Irak direnişçilerinin menzilleri içine girmek istemediğini belirterek hükümetin yetersizliklerini öne çıkartmayı tercih etti. Bu, İsrail’in siyonist tarikatlar ağı içinde aşılabilecek ve absorbe edilebilecek bir sorun değildir.

Kaldı ki siyonist saldırının bölgede güçlendirdiği karşıt saldırı sadece İsrail’e ait bir sorun da değildir; Amerikan emperyalizminin bölgedeki varlığı da şiddetli tepki altındadır. Amerika’nın Irak ve Suriye’deki üsleri Sullivan’ın çizdiği güven tablosunun tam aksine her gün birkaç kez ağır roket saldırısı altındadır. Pentagon’a göre 45 asker yaralanmış durumdadır. Saldırıların şiddetinden dolayı hangi yatıştırıcı tekliflerle bezendiği bilinmese de Irak başbakanı Sudani bile İran ziyaretiyle bu saldırıların durdurulmasının arayışına girmiş durumdadır.

Amerika için Filistin savaşının yol açtığı en önemli pratik politik daralma elbette içine girilen Amerikan seçimleri sürecinde kendini gösterecektir. Yukarıda ele aldığımız Hofmann analizinde Amerikan seçmeni içinde Filistinli ve Arap seçmen oyunun Yahudi seçmenden daha fazla olduğu belirtiliyor. Ukrayna’dan sonra Ortadoğu’da da kendini gösteren savaş ağırlığı özellikle kendisi iç savaş beklentilerine gerekçe kılınacak kertede kutuplaşmış Amerikan kamuoyunda Biden yönetimi açısından olumsuz bir etki yaratmaktadır.

Bütün bu envanterin kısa sonucu, yönetim politikalarını açımlayan Foreign Affairs dergisinde “İsrail’in Gazze yanılsamalarının sonu” diye hiç tereddütsüz özetleniyor. (The End of Israel’s Gaza illusions, FA, Kasım-Aralık 2023)

Bu durumda, uluslararası emperyalizmin Filistin savaşına siyonizmin bölgesel bir ihtiyacının ötesinde yaklaşma zorunluluğu, gene makro planda bu bölgesel ateşin küresel bağlamda nasıl bir süreci alevlendirmekte olduğunu etüd etme görevini önümüze koymaktadır. Yani, 7 Ekim hamlesinin kapsamı ve şimdiden ortaya çıkardığı olası sonuçları 3. savaş konjonktürü bağlamında ele almamız gereklidir.

7Ekim: 3.Savaş konjonktüründe Yeni Evre

Hamas’ın 7 Ekim hamlesinden önce Nato’nun Ukrayna’daki bahar saldırısı artık tükenmiş durumdaydı. Rusya’nın karşı hamleleri artık Ukrayna’nın Avdievka savunmasını dağıtmaktaydı. Bu sadece bir cepheye ilişkin bir zaaf verisi değildi, bar bütün olarak Ukrayna ordusunun direniş hattının iflasına dair işaretler taşımaktaydı. Avdievka’nın düşüşü 30 millik bir cephe hattının bir cam gibi parçalanması demek olacaktı. Ukrayna karargâhının bu alandaki savunma boşlukları için Herson’dan güç kaydırmaya çalışması artık ordunun insani rezervlerinin tükendiğini gösteriyor. Bunun yanı sıra mali ve askeri lojistiğinin de tükendiği sıklıkla basında yer alıyor. Ukrayna ordusunun başarısızlığı karşısında Nato ülkelerinin artık yeni ve heyecanlı askeri lojistik kampanyalara girişmekten uzak durdukları görülüyor. Ukrayna’ya F16’ların verilip verilmediği tartışmaları ortasında Rus ordusunun ileri teknoloji kombinasyonları ile saha üzerinde yarattığı üstünlük Ukrayna ordusuna büyük kayıplar verdiriyor. Rusya Savunma Bakanı Shoigu, “ABD’nin Kiev’e söz verdiğinin iki katı Ukrayna savaş uçağının son bir ay içinde imha edildiği”ni bildirdi. Rusya’nın bu sonuca A50 awacs sistemleri ile S400 hava savunma sistemlerinin koordinasyonu ile ulaştığı açıklandı. Bu S400’lerin savaş pratiğindeki ilk kullanımıydı ve sonuçları Nato için ürkütücü oldu.

Sonuç olarak Ukrayna genel kurmay başkanı Zalujny, Economist dergisine verdiği röportajda Ukrayna ordusununun artık savaşı kazanma şansının kalmadığını belirten bir röportaj verdi. Bu röportaj Kiev rejimi içindeki çelişkileri tasfiye ve suikastlere kadar ilerletti. Zelensky’le Zalujny arasındaki çelişki ve çatışmalar bir yandan da artık savaşı soğutma ihtiyacı duyan Amerika ile ikinci savaşta kaybettiği belirleyici hakimiyeti yeniden kazanma gayreti içindeki İngiltere arasındaki bir itişmenin de yansıması olarak Nato güçlerinin artık Ukrayna savaşından olumlu bir sonuç beklemelerinin önünü kesmiş durumda. Nato’nun Ukrayna’da savaşı kaybetmesi, doğrudan sonucunu Nato’nun ve hatta Ukrayna’nın batı toprakları meselesi itibariyle AB’nin ciddi bir dağılma krizi içine girmesiyle gösterecektir.

Anglosiyonist hegemonya kendi bunalım girdaplarında böylesine debelenirken dünya gündemine birden 7 Ekim geldi.

Geçen yıl İsrail’in Cenin başta olmak üzere geliştirdiği saldırılara karşı sivil Filistin halkının bıçak, araba vb gibi “silah”larla yaptığı saldırılar Kudüs dahil Filistin halkının bütününü yeni bir intifadaya doğru hareketlendirmeye başlamıştı, zaten. Ve o yılın sonunda Netanyahu’nun gerici ve faşistliğin toplamı olan siyonist iktidarı bölgede yeni bir çatışmanın habercisi oldu. Sullivan değerlendirmesinde aktarılan Amerikan merkezi tasarımı, gelinen aşamayı siyonizmin beka sorunu olarak ele alan Netanyahu hükümeti için gökte aradığı fırsattı. Bir taraftan hızla yerleşimci yayılımı ve terörü genişletildi; sırf Eylül ayında Filistinli çoban topluluklarının %12 si topraklarından sürüldü.Geçen yıl günde 2 olan yerleşimci saldırısı bu yılın ilk 8 ayında günde 3’e çıktı (https://time.com/6329142/west-bank-settler-violence-israel-security/). Diğer taraftan hava saldırıları artık Şam’ın merkezi havaalanlarını hedef alır oldu. Bir yanda Mescidi Aksa’ya yönelik saldırılar, diğer yandan İran’ın vurulmasının gerektiğine dair resmi çevrelerden yapılan açıklamalar yoğunlaşmaya başladı.

Dolayısıyla 7 Ekim tarihini kötülemek için üretilen fantastik bağlamların, en iyi niyetli tanımlamayla, bırakalım Filistin topraklarındaki Siyonist işgal tarihini, bölgedeki güncel gelişmeleri okumaktan uzak olduğunu İslami Cihad sözcüsünün yaptığı tanımlama netçe sergilemektedir. Filistin İslami Cihad (PIJ) siyasi büro üyesi, PIJ’in Arap ve Uluslararası İlişkiler Daire Başkanı ve Lübnan elçisi İhsan Ataya, Filistin direnişinin 7 Ekim’de gerçekleştirdiği Mescid-Aksa Tufanı operasyonunun siyonizmin beklenen saldırısını “önleyici bir saldırı” olarak tanımlıyor. Ataya, 7 Ekim hamlesinin, İsrail’in, ABD güdümündeki Arap devletleriyle birlikte hazırladıkları normalleşme planının bir uygulaması olarak Gazze’ye yapılması öngörülen bir işgalci saldırının önlenmesi amacıyla gerçekleştirildiği ifade ediyor.( https://new.thecradle.co/articles/palestinian-islamic-jihad-al-aqsa-flood-was-a-preemptive-strike-against-the-enemy)

Açık ve olasıdır ki sürecin bu gözlemi ve Filistin davasının bir 7 Ekim’e ihtiyacı sadece Filistin direniş örgütlerine ait değildir. Umut editoryasının İran’ın da bu gelişmenin içinde olduğuna dair akıl yürütmesi Kudüs Gücü komutanı Kaani’nin Nasrallah’ın açıklama yaptığı süreçte Lübnan’da olduğuna dair haberlerle doğrulanmış sayılmalıdır. Ve daha da ötesi, örneğin yazar Pepe Escobar bu gelişmenin Çin’in de arka planında olduğu bir İran-Rusya tasarımı olabileceğine dair değerlendirmelerde de bulunmaktadır. (https://new.thecradle.co/articles/iran-russia-set-a-western-trap-in-palestine) Sadece 7 Ekim’den sonra değil, gçtiğimiz Mart ayında da güçlü bir Hamas heyetinin Moskava’yı ziyaret ettiği hatırlanmalıdır.

Çünkü açıktır ki artık 3. savaşta rüzgârın yönü giderek değişmektedir. Sovyet’lerin çöküşünden beri sürekli saldırı halinde olan anglosiyonist emperyalizm 7Ekim Filistin saldırısından itibaren savunma hattına doğru çekilmeye başlamıştır. Lübnan kıyılarına gönderdiği iki gemi dolusu ordu yükü bu savunma hattının kendisi için ne kadar stratejik olduğunu göstermektedir. Putin’in Güvenlik Konseyi’nde, Gazze’de Filistin halkına saldıranla, Donbass ve Kırım’da Rusya halkına saldıranların arkasında aynı gücün, ABD emperyalizminin olduğunu söylemesi; Amerikan uçak gemilerine karşı hipersonik Kinzhal füzeleriyle yüklü Mig31’lerin Karadeniz üzerinde devriyeye çıkartılması, anglosiyonizmin büyük güçleri caydıramadığı gibi caydırıcılıkları altına girdiğini gösteriyor. Artık ikinci savaştan beri tahakkümünü sürdüren emperyalist hegemonyanın geri püskürtülme süreci başlamış görünmektedir. ‘ Ekim bu insiyatif üstünlüğünün momentini oluşturmaktadır.

Nato’nun sıyrılma girişimleri ve Ortadoğu’da Rus İnsiyatifi

Sürecin bu eğilimi emperyalist blokta çözüm arayışlarını hızla öne çıkartmaya başladı. Hizbullah’a yakın Al Mayadeen sitesi yaptığı özel haberle Nasrallah’ın yaptığı konuşmanın hemen ardından birçok Avrupalı diplomatik kuruluşun Hizbullah’la temasa geçerek ateşkes sağlamanın yollarını araştırdıklarını bildirdi. (Al Mayadeen, 4Kasım 2023)

Bundan daha dikkat çekeni, bu ay sonu yapılacak olan AGİT toplantısına Rusya’nın da davet edilmesi oldu. Bilindiği gibi daha Ekim ayı sonunda Lavrov, açık ya da hibrit gerçek bir savaşın Rusya’ya karşı tüm güç ve imkanlarla yürütüldüğüne dair yaptığı eleştiride, AGİT’i “Nato üyelerinin çabalarıyla marjinal bir yapıya dönüştüğü” için eleştirmişti. Geçtiğimiz yıl AGİT toplantısına Rusya yaptırımlar gerekçe gösterilerek çağrılmamıştı. Ama şimdi hemen bu ayın başında Rusya, ay sonunda kuzey Makedonya başkenti Üsküp’de yapılacak yeni AGİT toplantısına Makedonya Dışişleri Bakanı Osmani tarafından davet edildi. Lavrov, bu daveti, Rusya’nın çıkarları hesaba alındığı takdirde Batı ile “pragmatik bir diyaloğa hazır olduklarını” belirterek yanıt verdi.

Aynı günlerde Lavrov, Arap ülkelerinin diplomatik misyon başkanları ve Arap Devletleri Birliği temsilcisiyle yaptığı bölge değerlendirmesinde “67 sınırları dahilinde iki devletli çözüm” çerçevesinde Arap devletlerinin geliştireceği insiyatifin destekçisi olacaklarını belirtti. (https://mid.ru/en/foreign_policy/news/1912999/).

Konunun burası Rusya ve İsrail arasındaki iyi ilişkiler itibariyle özellikle önemlidir. Hatırlanacağı gibi Netanyahu, Suriye’deki savaşın en hararetli bir döneminde 2018 yılındaki Sovyet zafer yürüyüşü seramonisinin özel konuğu olmuştu. Hemen ardından İsrail uçaklarının Suriye’ye yönelik bir saldırılarında Rus askeri gözlem uçağı (Il-20) İsrail savaş uçaklarının bir manevrası nedeniyle vurularak düşmüş 15 personeli ölmüştü. Bu ve benzeri İsrail saldırıları nedeniyle takındığı sessiz tutum itibariyle Putin iç tartışmalarda siyonist olmakla suçlanacak kertede eleştirilir olmuştu. Daha öncesi itibariyle ise, 2014’te Rusya’nın Kırım’ı ilhakını kınamak üzere yapılan BM oylamasında İsrail çekimser oy kullanmıştı. Yani Rusya’nın İsrail’le ilişkilerinde alışık olanın dışında bir karmaşıklık hep kendini göstere gelmiştir.

Rusya’nın kendi yahudi toplumuyla ilişkisi bu özgünlüğün gelişmesinde önemli rol oynuyor olmalıdır. Bilindiği gibi İsrail’deki birçok yerleşimci Rusya göçmenidir ve özellikle Batı Şeria’daki yeni yerleşimler ağırlıkla Ukrayna savaşı sonrası göçen Rusya yahudilerinden oluşmaktadır. Rus halkı ikinci savaşta Nazi zulmü altında bir kader birliği paylaştıklarına inandıkları yahudi toplumuna karşı özel bir yakınlık hissetmektedir. Bu durum siyonist İsrail devleti tarafından açıkça istismar edilse de Rus politikası İsrail’i karşısına almaktan imtina eden, Ortadoğu’daki sorunların çözümü için onu yanında tutmaya çalışan bir yaklaşım göstermiştir.

Ta ki 7 Ekim’e kadar. Bu tarihten sonra Putin’in özellikle acil ve genişletilmiş Güvenlik Konseyi toplantısında yaptığı konuşmadaki “67 sınırlarında ve eksiksiz bir Filistin devleti” savunusu ve ardından uluslararası emperyalizmin terörist sınıfına sokmaya çalıştığı Hamas’ın yeni Moskova ziyareti Rusya’yı Ortadoğu sorununda önemli bir çözüm gücü haline getirmiş durumdadır. Bu gelişme 3 savaş konjonktüründe artık değiştirici bir stratejik olgunluğa erişildiğini ve 7 Ekim momentinin buna uygun bir insiyatif olduğunu düşündürmelidir.

Bu gelişmeler sonrasında Rusya’nın, İran’ın insiyatifine bırakılan saha hâkimiyetini siyasal ve diplomatik bir kurumlaşmaya doğru yönlendireceği anlaşılmaktadır. Anglosiyonist emperyalizmin Ortadoğu’da da ağır saldırılarla hırpalanan askeri basıncının artık diplomatik ve siyasal planda da Rusya’ya kaptırılmakta olmasından duyduğu rahatsızlığı Dağistan olayı gösterdi. Dağistan Mahaçkale havaalanında yahudi yolculara yönelik saldırı Rusya’nın yahudi halkın çıkarlarını koruma gücünde olmadığını öne çıkarmak isteyen, olasıdır ki bir MI6 operasyonuydu. Dış yönlendirmeli olduğu açığa çıktı ve hatta Rus basınında Türkiye’nin adı bile geçmişti. Olayın kapsamından ziyade kendisi, Rusya’nın öne çıkardığı insiyatifin anglosiyonist bölge dengelerinde yarattığı çaresizliği göstermesi açısından önemlidir. Ukrayna sonrasında Ortadoğu’da da açılan bu kapı yeni küresel dengenin sızıntılarını yansıtmaya başlamış durumdadır.

Yeni Küresel Dengenin Çanları

3. savaşın sıcak cephesi olarak gündeme gelen Ukrayna savaşında anglosiyonist hegemonyaya karşı olgunlaşan Rusya-İran-Çin-KDHC ekseni, keza yaratılan BRICS, Şanghay, BRI gibi örgütlemeler ve dedolarizasyon politikalarıyla bütün dünya ülkelerinde ikinci savaştan beri varlığını sürdüren emperyalist hegemonyanın dışında bir varlık alanı arama ihtiyaçlarına cevap vermeye başladı. Klasik yeni sömürgeci oligarşilerin coğrafyası Latin Amerika’da Küba, Nikaragua, Venezuela gibi zaten Amerikan emperyalizmiyle doğrudan karşıt konumdaki ülkeler dışında kalan Brezilya, Şili, Arjantin, Bolivya, Peru vb gibi ülkeler de anglosiyonist emperyalizmin politikalarına karşı muhalefet yükseltirken Afrika’da bir seri askeri darbe Avrasya’daki siyasal şekillenmeye paralel konumlanmalar geliştirdi. Ortadoğu’da Amerikan işbirlikçisi Körfez ülkeleri bile petrol politikalarını artık daha kendi ihtiyaçlarına göre belirlemeye başladılar. Yuan’la da satış yapmaya başladılar.

Uluslararası finanskapitalizmin “ultraemperyalist” düzeyde merkezileşme ve yoğunlaşması, dünya pazarında IMF, IBRD, G7, G20 platformlarının artık belirleyici yetkiyi fiilen Amerikan FED’i ve BlackRock gibi kurumlara bırakmalarından dolayı dünyanın bütün çevre, yeni sömürge ülkeleri bir tür kendiliğinden “bağlantısızlar” bloku oluşturmaya doğru yönelmiş durumdadır.

7 Ekim dünyanın bu konjonktürel gidişine iradi bir yön göstermiş gibidir. BM’deki oylamanın sonuçları, dünyanın bütün ülkelerinde Filistin bayraklarıyla yükselen “intifada” bu yönelimin tezahürleridir. Bu siyasal ve iktisadi dalganın önümüzdeki süreçte mutlaka kristalize olmuş sonuçlarıyla karşılaşacağız. Ukrayna savaşıyla artık dağılma rotasına doğru sokulan emperyalist Nato’ya ilaveten Filistin İntifadasının bütün kahırlı ve kanlı bedeline karşın bir düzeyde siyonist İsrail’in bölge terörünün de değersizleştirilmesi anglosiyonist emperyalizmi bütün Doğu’ya açılma kapılarında askeri, siyasal, mali ve ideolojik bir çöküşe şimdiden uğratmış görünmektedir. Donbass Basra ekseninin kuzey ucunda Nato’nun asgari geleceği 97 sınırları ise ve güney ucunda siyonist İsrail için tanınan hayat hakkı Filistin’in 67 sınırları ise, bu tarihsel kesitler itibariyle dünya, Sovyetler Birliği’nin yokluğunda 70-80 aralığına doğru yönelmiş gibidir. Neoliberalizmin iflası sonrasında, uluslararası emperyalizmin önüne koyduğu post neoliberal hegemonya arayışlarına karşı, emperyalizm tarafından geri bıraktırılmış dünya insanlığı, üretici güçlerindeki yarım asırlık bir birikimle ve keza neoliberalizme karşı bir reddiyeyle birlikte tavır alış halindedir. Doların Vietnam savaşı sonrasında uluslararası kontrolden çıkışı ve böyle tekelci bir piyasa egemenliği için uluslararası emperyalizmin bütün dünyayı bugünkü gibi yoğun bir iktisadi kriz ve savaş iklimine mahkûm etmesi, bütün geri ülke ekonomilerini artık yeni bir dünya sistemine; ülkelerin kendi pazar ve değişim değerlerine göre mevzilenecekleri bir dünya sistemine doğru yöneltmektedir. Bugün pek çok ülkede görülen BRICS’e katılma eğilim ve çok kutuplu dünya sistemi söylemi bunun ön işaretleri olarak görülmelidir.

Nato ve İsrail’in bu süreçte yaşadığı aşınma, neoliberal dönemin yol açtığı devlet toplum ilişkilerindeki küresel dağılmanın emperyalist post neoliberalizmle yeniden emperyalist hegemonya çerçevesinde merkezileşme ihtimalini oldukça geçersiz kılmaktadır. Bu hegomonyal karşıtlık eğilimi -Afrika, Latin Amerika ya da kısmen Avrupa gibi alanlardaki potansiyel tezahürlerini şimdilik bir kenara bırakacak olursak- özellikle anglosiyonist emperyalizme karşıt çok kutuplu iktisadi ve siyasi sistemleri geliştirmeye çalışan Rusya, İran, Çin gibi ülkelerin doğrudan etkisine açık olan Ortadoğu’da kendini oldukça yoğun bir şekilde gösterecektir.

Uluslararası emperyalizmin yeniden sömürgeci saldırılarının doğrudan alanı olan bu bölgenin yeni yönelimi, doğal olarak geride kalan süreçte emperyalizmin kendi hakimiyetine alarak kaybettirdiği eski özelliklerine kavuşmak olacaktır.

Tamamlanmamış devletleşme süreçlerinin, neoliberal küreselliğin açığa çıkardığı toplumsal ayrışmaları olabildiğince asgari demokratik ve modern toplum formatlarında ama eski ulus devletin sınırları ve sağlamlaştırılan devlet duvarları içinde yeniden biçimlendirecek süreçler şeklinde işleyeceği öngörülebilir. Ve görülen o dur ki, zaten bu tarifin dışında bırakmamaya çalışılarak yapıldığı Irak’taki gidiş böyledir. KDP’nin Kerkük’teki uzlaşması, keza Mahmur ve çevresindeki yeni kurumlaşma ve bunların sürtünmeli süreçleri tarif edilen bir trendin günceldeki tezahürleri olarak değerlendirilmelidir. İran zaten bu formattadır. Suriye için benzer rota tutturulabilecektir, vb..

Peki Türkiye??

Yanlış trenlerin yolcularına çağrı: Tek yol birleşik devrim!

Türkiye seçimlerden itibaren kendi siyasal gelişmelerinin elverirliği içinde zaten bu süreci kurumlaştırmaya başlamış görünmektedir.

Sivil toplumun genel zayıflığının yanı sıra, içinde bulunduğumuz süreç zarfında toplumsal muhalefetin ana damarını oluşturan Kürt halk muhalefetinde yer edinmiş Kürt liberallerin önderliğinde meclisten beklenti halinde olması, merkezi otoritenin tahkimatını güçlendirmiş görünmektedir.

RTE önderlikli rant ve ticaret sermayesi üzerinde yükselen yeni Türk burjuvazisinin 2013’den bu yana uluslararası finans kapitalizm tarafından kuşatılan iktidarı, nihayetinde 2010 sürecinde siyaseten Ergenekon, Balyoz operasyonları ve HSYK referandumu ile tasfiye edilen devlet sınıflarıyla yeniden ittifak kurarak egemenliğini sürdürme çabasına girişti. Bu çabanın sonucunda 2023 seçimlerinde finans kapital+tefeci bezirganlık+devlet sınıfları’nın oluşturduğu klasik iktidar bloku devlet sınıflarının merkeziliğinde yeni bir oligarşik dengeye yerleştirildi. Bu oligarşik denge, bir yandan post neoliberal kalıplar içinde ekonomiyi RTE’nin verdiği hasardan çıkartırken, diğer taraftan geleneksel TC’nin bölge ve ilke dayanaklarını yeniden öne çıkartmaya çalışıyor. Yani anglo siyonizmin yönlendirmesi içinde bölgesel savaşın bir ögesi olmaktan uzak kalmaya bakıyor ama kendi sömürgeci planlarını asla askıya almıyor. Nato’nun bir üyesi olarak bölgede, örneğin İsrail’le yan yana olarak İran’a karşı tavır almaktan, Rusya’ya karşı doğrudan mevziye girmekten uzak kalıyor ama geleneksel finans kapitalin sermaye birikim kanallarını yeniden uluslararası finans kapitalizmin kredi ve yatırım planlarına göre canlandırma çabasından eksik kalmıyor.

Amerikan dolarının hala önemli ölçüde dünya eşdeğerini oluşturmayı sürdürdüğü günümüz koşullarında FED’in yürüttüğü yüksek faiz politikası nedeniyle sermaye birikim süreçlerinin yeniden canlandırılmasının ancak çok güçlü bir “sıkı para politikası”yla ilerleyebileceği, bunun da başta proletarya olmak üzere bütün muhalif toplum kesimlerine karşı şiddetli bir devlet politikasıyla yürütülebileceği açıktır. Yerel seçimler sonrasında toplumdaki değişim talebinin üzerine yoğun bir devlet şiddetiyle yürüneceği görülebilmelidir. Yani yapısal olarak devlet esaslı yenilenme konjonktürü politik olarak bütün egemen sermaye bloku ve uluslararası ittifakları tarafından güçlü bir şekilde desteklenecektir.

Bu yeniden yapılanmanın sömürge faşizmini bütün çıplaklığıyla öne çıkartacağını seçim ve bağlı süreçlere ilişkin değerlendirmelerimizde sürekli vurguladık. Bununla birlikte ne hayatın bu yönlü akışı, ne proletarya ve ezilenlerin sistem dışı arayışları, ne de devrimci hareketlerin öncü çıkışları devrim nesnelliğinin bu potansiyel değerlerini kinetik bir büyüklüğe ulaştıramadı.

Bunun iki nedeni olduğunu görüyoruz. Birincisi Türkiye devletleşme sürecinin toplumla devlet arasında yarattığı suni denge yapılanmasıdır. Türk devletleşmesinin nihai hâkimiyeti Tarih toplumsal süreçte yığınların kendiliğinden bilincinin önemli bir katmanını oluşturmakta, bu, örneğin proletarya da, kendisi için bir sınıf bilincinin gelişmesine set çekecek bir yabancılaşma yaratmaktadır.

İkincisi ise, aynı tarih toplumsal sürecin bir başka kırılmayla hayatımıza yansımasıdır. Kapitalist modernleşme, dirlikten (komün) toprakbentliğe (serflik) binlerce yıllık kadim ilişkilerin bir rönesansı olarak gelince bunun arkasındaki kaynağa yönelim toplumun modernist kesimlerinde bir batıcılık felsefesi olarak kurumlaştı. Ülkedeki üretim ilişkilerinin modern+antika melezliğinin inkârı devrimci bir temele oturtulamadığı için bir yandan çeyrek asırdır AKP gibi bir ara sınıf iktidarının hakimiyeti yaşanıyor, diğer yandan böyle bir Doğu ülkesinin aydınında oryantalist üstencilik ideolojik bir karakter olarak kendini gösteriyor. Geri toplum ilişkileri karşısında duruşuyla kemalizme bağlılıkla klasik batı modernizmine aykırı duruşuyla Hamas düşmanlığı aynı madalyonun iki yüzü olarak kolayca yuvarlanabiliyor.

Geçtiğimiz aylarda Metropol araştırma şirketinin dünyadaki kutuplaşmaya ilişkin bir kamuoyu anketi yayınlandı. Bu ankette, dünyadaki ABD-AB ve Rusya-Çin kutuplaşmasında ne tarafa yakınlık duyulduğu sorgusu ülkedeki mevcut siyasal partilerin tabanı ayrımında yapılıyor. Toplamda % 46.9 ABD-AB, % 35.5 Rusya-Çin tercihini belirtiyor. Ama parti ayrımına girdiğinizde CHP % 53, HDP/YSP %74.2, TİP %52 ABD-AB tercihini dile getiriyor. Yani ülke toplamını doğrudan emperyalizmden yana yukarı çeken ağırlık sol, sosyalist, yurtsever, yani Türkiye siyasal nüfusunun en ilerici kesiminde kendini gösteriyor (https://twitter.com/ozersencar1/status/1696929512179540056).

Görülen odur ki, Türkiye’deki toplumsal muhalefetin, Gramsci’nin deyimiyle “pelte”liği nasıl “rıza politikaları” gibi konjonktürel geçicilikte ele alınamayacak ve suni denge gibi yapısal bir sorunun aşılması olarak gündemleştirilmesi gereken bir yabancılaşma sorunuysa, YAE’den siyonizm yandaşlığına, “kilitlenme” gönüllülüğünden kerhen Nato’culuğa kadar yakın zamanda büyük çapta kendini açığa vuran ideolojik sapmalar da salt konjonktürel olarak değil, toplum ve tarih maddesine getirilecek yapısal kritiğin üzerine yükselecek bir otokritik bağlamanda ele alınmalıdır. Aksi durumda mücadelenin ideolojik ve siyasal sorunları hiç aşılamadan, değişik tezahürleriyle biteviye kendini yenileyerek mücadele tarihimizin uzun yılları içinde hep var ola gelmektedirler.

Sorun varsa çözüm de var demektir.

Sorun doğru konulduğunda çözüm de basit olacaktır.

Çözüm, Türkiye proletaryası ve ezilenlerinin öncü güçlerinin 90’dan bu yana gelen oportünist 3. dönem politikalarına karşı devrimci 4. dönem politikalarında ısrarlı ve kararlı olmaktadır. Kitle tarzına uyarlanmış devrimci savaş taktikleri eğer ki devrimimizin yapısal sorunları bilince çıkarılmışsa taktik oynaklıklardan çıkartılarak stratejik kalıcılıklara kavuşturulabilir.

Aynı bağlamın Kürt devrimi için de geçerli olduğunu söylemek mümkündür.

Kürt halkının özgürlük talepleri Türkiye tarihinin en gerici ve faşist parlamentosunun iradesine muhtaç değildir. Kürt halkının çözüm ve barış talepleri, bu talepler için mücadele meşruiyeti “en kötü barış en iyi savaştan yeğdir” denilerek sömürgeci oligarşinin yasallığı içine hapsedilemez. Kürt sol liberalleri ve onların liberal sol Türk yedekleri Haziran seçimlerinde iflası görülen ve bizzat Kürt halkı tarafından üstü çizilen bir politikayı aynı şekilde sürdürme ısrarındadırlar. Aynı tarihi iki kere yaşamanın beyhudeliği ortadadır. Kürt devriminin de kendi 4. dönem paradigmalarını bütün mücadele alanları için, alanların kendi özgünlüğünde ama ideolojik ve siyasal çizgiden sekmezlik halinde yürütmeye ağırlık vermesine birleşik devrimin bütün alanlarındın ihtiyacı vardır.

Türkiye devriminin öncülerinin Kürt devrimiyle ilişkileri enternasyonalizmi aşkındır. Bir yanıyla ezen ulus devrimcileri olarak Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını en küçük bir şerh düşmeden kabul ederler, diğer yanıyla bu kabulün gereklerini Kürt devrimiyle aralarındaki siper yoldaşlığı ilişkileriyle yerine getirmişlerdir ve hala yerine getirmektedirler.

Dolayısıyla Kürt liberal önderliğinin sömürgeci oligarşiden beklentilerinin bir gereği olarak Türkiye devrimci öncüleriyle Kürt devrimin arasına mesafe koyma çabalarına önlem alınmalı, böyle bir zararın önüne geçilmelidir.

Ancak seçimler ve içinde bulunduğumuz Filistin savaşı gündemi Kürt liberal aydınlarının sağ tutumları ve Kürt devriminin bu ideolojik ve siyasal geriliğin karşısında tutuk kalması özellikle birleşik mücadele zemininde oldukça sürtünmeli bir alan yaratmış olduğu görmezden gelinmemelidir.

Oligarşinin içinde bulunduğu siyasal ve iktisadi bunalım itibariyle mücadelenin Birleşik Devrim’e ihtiyacı çok daha fazla hissedilir bir haldedir. Anketler, seçmenin %35’inin artık mevcut partilerden umudunu kestiğini kayda geçiyorlar. Bu siyasal boşluğu doldurmak Birleşik Devrim’in görevidir.

Bir taraftan Birleşik Devrim güçlerinin arasında beliren mesafeleri kapatmak, diğer taraftan bir bütün olarak Türkiye siyasal alanında ortaya çıkan boşluğu doldurmak üzere taktik hamleler geliştirmek mücadelenin verili birikimleri itibariyle oldukça mümkün görünmektedir.

Birleşik mücadelenin batı kurmaylığının inşası bu doğrultunun örgüt ihtiyacına bir cevap olabileceği gibi, toplumsal muhalefet odaklarının direnişleriyle, sınıf mücadelesinin genel doğrultusunu birbiriyle güçlendiren bir birleşik mücadele kurgusu devrimimizin güncel ihtiyaçlarına aradığımız cevapları büyük ölçüde içeren bir mücadele tarzı olarak ele alınmalıdır.

Paylaşın