Mustafa Çiçek

Yaşasın Bolivarcı Halk Devrimi – Mustafa Çiçek

Hatırlanacağı üzere Chavez iktidara geldikten hemen sonra ABD bir darbe girişiminde bulunmuş fakat halkın direnmesi ve iktidara sahip çıkmasıyla basarisiz olmuşlardı. Seçimleri kazanıp iktidarı devralmaya başladıktan sonra Bolivarcı devrimcilerin gelecek için oldukça belirleyici olan ikinci büyük zaferi olmuştu darbecileri defetmek. Venezuela isçi sınıfının bu kazanımında bolivarcı devrimci Hugo Chavez’in rolünün oldukça büyük olduğunu anlamak için emperyalistlerin bizzat Chavez’i defalarca hedef almasından dahi anlamak zor olmasa gerek. Peki, kimdi bu Latin kuşağında Küba’ya yoldaş olurcasına işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine bir kapı daha aralayan Chavez?

Castro’nun yoldaşı Bolivarcı Chavez

Kişi Kült-üne kapılmaksızın belirtmekte fayda var ki, toplumsal mücadelelerde bazı kişiliklerin rolü kendi fiziksel ve zihinsel donanımlarının ötesinde bir etkiye karşılık olmuş ve tarihe mal olmuşlardır. Venezuela’nın Chavez’i de Venezuela işçi sınıfı ve hatta tüm Latin ülkelerinin işçi sınıflarında uyuyan devin göz kapaklarını aralamasına vesile olmuştur.

90’larin başında devlet başkanı Carlos Andrez Perez iktidarının uyguladığı ekonomi politikalarına karşı halkın öfkesi sokaklarda yankılanmaya başlayınca, ülke genelindeki huzursuzluk ordu dahil tüm devlet kurumlarını ve toplumun tüm sosyal kesimlerini içine almıştı. İşte bu hareketlenmelerin olduğu dönemde dünya Chavez ismiyle bu kadar yakından tanıştı. O dönem ordu içinde bir subay olan Chavez’in de içinde bulunduğu 1992 kalkışması basarisiz olunca Chavez ve arkadaşları tutuklanmıştı. Cezaevinden çıktıktan sonra Besinci Cumhuriyet Hareketi adını verdikleri partiyi kurarak ülkedeki yolsuzluk, gelir adaletsizliği ve bağımsızlıkçı devlet politikalarını kendilerine şiar edinerek başkanlık seçimlerine aday oldu.

Adım adım halk iktidarına

1999 yılında artık tüm dünya Hugo Chavez ismiyle tanışmış oldu. Dünya petrol rezervlerinin ülke sathında en büyük payına sahip olan Latin ülkesi Venezuela’nın yeni başkanı Bolivarci devrimci
Hugo Chavez olmuştu. Emperyalistler iste bu nedenle ideolojik, politik ve ekonomik olarak saldırılarını başlattılar.

Ülkenin adi Bolivaryan Venezuela Cumhuriyeti olarak değişti. Sağlık ve imar kanunlarında halkın yararına değişiklikler yapılarak özelleştirmelere karşı devletleştirme politikaları başlatıldı. Bütün bu yeni başlamış değişim adımları uluslararası emperyalist kampta oldukça büyük bir huzursuzluk yaratmaya başladı ki, 2002 yılında organize edilen bir askeri darbe tezgâhıyla bunlar tüm dünya kamuoyunda su yüzüne çıktı. Hatırlanacağı üzere Chavez askeri darbe girişiminden iki gün sonra yeniden pozisyonunu alarak yoldaşlarıyla birlikte darbeyi geri püskürtmeyi başarmışlardı.

Devam eden süreç içinde Chavez’li Bolivaryan Venezuela’si IMF ve Dünya Bankası’na rest çekerek bütün ilişkileri bitirip kendi ulusal bankalarını kurdu. Yankee imparatorluğu olarak tanımladığı ABD’ye çok keskin bir mesaj göndererek, darbe girişimlerine devam etmesi halinde bütün petrol trafiğini durduracaklarını deklare etti.

Venezuela 1999 yılında Hugo Chavez önderliğinde başlayan ve gelişen Bolivarcı devrime kadar nüfusunun yarısından fazlası adeta kölelik denilecek kadar yoksulluk koşullarında yaşıyordu. Bolivarci iktidar devleti parça parça dönüştürerek ve sermayeyi -özellikle petrol rezervlerini- devletleştirerek toplumun sosyo-ekonomik yapısını yeniden yapılandırma yönünde çok önemli adımlar attı. Kent yoksulları ve yerli toplulukları örgütlendirildiler ve ücretsiz eğitim ve sağlık projeleri hayata geçirildi.
Hatırlayalım, Berlin Duvarı yıkılınca Küba’nın varlığına rağmen, burjuvazi, kapitalizm nihai zaferini ilan etmiş ve Fukuyama ile tarihin sonunu tüm dünyaya duyurmuştu. Ancak sınıflı toplumların gelişme dinamikleri eşitsizlikler üzerine kurulu ve toplum mühendisliği ve manipülasyonlarla idare edilemeyecek kadar karmaşık ve bir o kadar da kolektif ihtiyaçları barındırıyor. Bugün Venezuela işçi sınıfı ve tüm yoksulları tarihin sonu tezini bir kez daha yerle bir ediyorlar. (Zira Fukuyama yıllar sonra yazdığı yeni kitabında kendisi de bizzat itiraf etmek zorunda kaldı.)

ABD yine demokrasi ihraç ediyor

ABD ve müttefikleri Venezuela’ya „demokrasi“ ihraç etmek istiyor, tıpkı dün Afganistan ve Irak’ta yaptıkları gibi. Kuzey Amerika ve Avrupa ittifakı Venezuela üzerindeki ekonomik ve siyasi ambargoyu giderek sertleştirdi. Son 3 yıldır Venezuela’nın bütün uluslararası ticaret hesapları ya donduruldu yada kapatıldı. Bu nedenle ilaç, gıda, temizlik malzemesi gibi temel tüketim mallarını dışarıdan ithal edememeye başladı. Uzun ihtiyaç kuyrukları ortaya çıktı. İşbirlikçi muhalefet sokaklara çıkarak şiddet eylemlerine başladı. O dönem karşı devrim hareketine önderlik yapan faşist Leopolde Lopez tutuklandı. Arkasından Nisan ayında ABD’nin denetimindeki Amerikan Devletleri Örgütü OEA’nın Venezuela’yı direk hedef almaya başladı. Bu saldırılara karşı başkan Nikolas Maduro anayasal yetkileriyle halka sokağa çıkma çağrısı yaptı ve ülke yeniden seçimlere gitti. Yapılan seçimlerde karşı devrimci cephenin seçmenlerine farklı secim bölgelerinde defalarca oy kullandırdıkları resmi olarak ortaya çıktı. Seçmenleri otobüslerle, özel araçlarla bir secim bölgesinden diğerine nasıl taşıdıkları kamera kayıtlarıyla tescillendi.

Bolivarcı hükümet Suudi Arabistan’la birlikte dönemin ABD yönetiminin başlattığı petrol savaşlarına ve ambargolarına, karaborsa satışlarına rağmen halkın yönetime dahil edilmesi politik öngörülerinden bir adim geri atmadılar. Simdi gerçekleştirilmeye çalışılan darbe ile daha önce yıkamadıkları Bolivarcı halk iktidarını yıkmak ve petrol gelirlerine el koymak istiyorlar.

Burjuva medyasında anlatıldığı gibi Maduro’nun sinirsiz yetkileri falan yok, amaçları Maduro’yu bir diktatör ilan etmek ve yönetimi düşürmek. Kaldı ki Chavez sonrası dönemde katılımcı demokrasiyi yaratmak için kurucu meclis çağrılarını inatçı bir şekilde tekrar tekrar yineleyen Maduro hükümetinin ta kendisidir. 2017 yılında yapılan Kurucu meclis seçimleri sonunda amaçladıkları, halkın son 15-20 yıldır elde ettiği kazanımları kalıcı hale getirecek yasal düzenlemeleri halk ile birlikte onaylayıp bir an önce hayata geçirmektir. Zira ABD ve müttefikleri kurucu meclis seçimlerinin yapılmasına olanca gücüyle karşı çıkmış, engellemek için sokakta sivil insanların üzerlerine ateş açıp öldürmekten insanların evlerini yakmalara kadar ellerinden gelen her türlü açıklama ve provokasyonu denemişlerdi.
Bolivarcı iktidar işbaşına geldiğinden bu yana Venezuela’da defalarca irili ufaklı organize terör eylemleri organize edildi ve bütün bunlar dünya kamuoyuna Bolivarcı hükümet güçlerinin kendi muhaliflerine ve halka karşı şiddet politikaları uyguladığı şekilde yansıtıldı. Emperyalistler tarafından finanse edilen yerli işbirlikçilerle birlikte organize ettikleri eylemleri dünya kamuoyu „masum“ ve „barışçıl“ „hak arama“ eylemleri olarak duyuyor. Fakat emperyalistler önce Chavez döneminde yaşadıkları başarısız darbe girişimleri ve simdi de Maduro döneminde gerçekleştirdikleri basarisiz girişimlerin ardından her defasında şiddetin, ekonomik-siyasi ve baskının dozunu artırmaya başladılar. Ayrıca belirtmekte fayda var ki, gerçekleşen bütün iktidar karşıtı eylem ve saldırılarda yaralanan ve ölenlerin yarıdan fazlası Bolivarcılardır. Yani yine uluslararası burjuva medyalarında servis edildiği gibi hükümet tarafından masum sivil halk katledilmemiş, aksine silahlandırılmış ve maddi olarak finanse edilmiş burjuva işbirlikçileri hükümeti dünya kamuoyunda manipüle etmek için saldırılar düzenlemiş/düzenliyorlar.

Hatırlanacağı üzere başkan Maduro’ya düzenlenen suikast girişiminin “Fanilali Askerler“ adli bir grup üstlenmiş olsa da asil sorumlunun ABD olduğu birçok kesim tarafından ifade edilmişti. Ne olmuştu; Maduro, başkent Caracas’ta düzenlenen bir törende konuşma yaptığı sırada bomba yüklü Dronlar ile yapılan saldırıdan yara almadan kurtulmuş, 7 asker yaralanmıştı. Bu saldırı da Maduro iktidarının kazandı secimden sonra yapılmıştı.

Çünkü emperyalizmi korku sardı. Latin ülkelerinde birbiri ardına sol-sosyalist, anti-emperyalist iktidarlar işbaşına gelmeye başladı, Bolivya’da Evo Morales örneğinde olduğu gibi. Latin ülkelerinde halkçı yönetimlerin işbaşına gelmesi basta ABD olmak üzere emperyalistlerin ekonomik ve siyasi belirleyiciliğine vurulan büyük bir darbedir.

ABD arka bahçesi mi?

2018 yılının Şubat ayında dönemin ABD dışişleri bakanı Rex Tillerson Ortadoğu ve Türkiye ziyaretine başlamadan önce Texas Üniversitesinde yaptığı konuşmada Monroe Doktrini hakkında „Latin Amerika için hala geçerliliğini korumaktadır“ demişti. Monroe Doktrini ABD’nin 1830 yılında Latin Amerika kıtasının dış politik hatlarını belirleyen doktrindir. O dönem neredeyse kıtanın tamamında Portekiz ve İspanya sömürgeciliğine karşı kurtuluş savaşlarının verildiği dönemdi. Söz konusu Doktrin ile ABD tüm kıtayı Portekiz ve İspanya sömürgeciliğinden kendi egemenliği altına aldığının simgesidir. Bu Doktrin ile ABD yaklaşık 200 yıl boyunca tüm kıtada sayısız darbeler, siyasi suikastlar, akla gelen-gelmeyen her türlü saldırıları yapmayı kendine hak görmüştür. Tillerson’un „hala geçerliliğini koruyor“ dediği mesele iste tam da budur.

Fakat şimdilerde ABD’nin hatırlattığı Doktrinin reel hayattaki karşılığı eskisinden farklılaşmaya başlamış durumda. Bir yandan Latin ülkelerinde birbiri arkasına iktidara gelen sol-sosyalist- özgürlükçü halk iktidarları, diğer yandan da bu iktidarların karşılıklı çıkar ilişkileri hasebiyle Cin, Rusya, Hindistan, Iran gibi ülkelerle kurmaya başladıkları ticari ve askeri ilişkiler ABD’nin „ebedi“ olarak gördüğü doktrine „haklarını“ yavaş yavaş kaybetmemeye başladığını gösteriyor.

Özellikle Cin Latin Amerika’da hatırı sayılır bir rol edinmeye başladı. 33 tane üyesi olan Latin Amerika ve Karayıp Devletler Topluluğu Cin ile ticari anlaşmaların görüşüldüğü toplantılar düzenlediler. Cin’in Arjantin, Brezilya ve Peru gibi ülkelerle olan ticaret hacmi ABD’den fazla. Örneğin Cin son yıllarda yaptıklarıyla birlikte 2019 yivlini da kapsayacak şekilde bölgeye 250 milyar dolar direkt yatırım yapmayı ve 500 milyar dolar civarında da ticaret yapmayı planladığını tüm dünyaya ilan etmişti. Öte yandan Peru ve Brezilya ile imzaladıkları anlaşma ile Panama Kanalı’nı By-pass edeceği kesin olan bir tren yolu inşaatına karar verdiler. Bu şekilde Cin malları tüm kıtaya tren yolu ile Peru ve Brezilya üzerinden doğrudan ulaştırılabilecek ve maliyetleri düşürecek.
Tillerson yaptığı bu Latin Amerika turunda gezdiği bütün ülkelerde Maduro iktidarına karşı pozisyon almalarını sağlamak için görüşmeler yaptı. Venezuela petrolünü boykot etmeye çağırdı. Başkanlık secim sonuçlarını (kaldı ki secimler daha yapılmadan önce secim sonuçlarını tanımamaya çağırdı, çünkü kendileri de çok iyi biliyorlardı ki, Maduro secimi kazanacak) tanımama çağrısı yaptı. Arjantin bu çağrılara olumlu yanıt verirken Kolombiya sinir hattına askeri ve paramiliter güçlerini yığdı.
Bütün bu gelişmeler düşünüldüğünde ABD’nin Latin Amerika’daki sol-sosyalist, halkçı iktidarları hedef alması ve gerici, diktatör yal iktidarların kurulmasına öncülük etmesi kimseyi şaşırtmayacaktır. Mesele tekrar ifade etmekte fayda vardır ki, Bolivarcı Devrimcilerin dünya kamuoyuna manipüle edilerek aktarıldığı gibi diktatör olmaları değil, tam tersine diktatörlüklere karşı özgürlükçü, toplumcu, sosyalizan adımlar atarak burjuva sınıfına karşı savaş açmaları.

Petrol Savaşı

ABD’ye Ortadoğu petrolleri yaklaşık bir ay gibi bir sürede ancak gelebiliyor. Venezuela’dan gelmesi söz konusu petrol ise en fazla 4 gün içinde ABD sınırlarını geçmiş oluyor. Sadece transport maliyetleri bile tek başına bu saldırılarının sebebini anlamaya yetecekken, ABD çok daha fazlasını istiyor; Venezuela’ya tamamen hükmedip buradan elde ettikleri maddi kazanımları dünyanın diğer bölgelerinde uygulamaya çalıştığı neoliberal politikalarına hem kaynak hem manevi motivasyon olarak kullanmak istiyor.

Dünyanın en fazla petrol rezervine ve en kaliteli petrolüne sahip ülke olmasına rağmen Bolivarcı Devrim diye anılan ve sosyalizmin inşa süreci olarak yorumlanan iktidar yürüyüşünün en zayıf karni sosyal adaleti sağlayacak gelirlerin kaynağı olan petrol gelirleri. Venezuela yaklaşık 300 milyar varil ile dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip ülke, ancak endüstri altyapısı oldukça zayıf. Bunu etkili bir silah olarak kullanmaya çalışsan emperyalistler petrol gelirlerini azaltarak halkın gelir seviyesini düşürmek. Yaklaşık 260 milyar varil ile ikinci büyük petrol zengini ülke olan Suudi Arabistan günde yaklaşık 10 milyon varil petrol üretebilirken, Venezuela maksimum 3-4 milyon varil petrol üretebiliyordu. 2017’de ABD tarafından başlatılan ve Avrupalı ortaklarınca da desteklenen ambargoyla bu üretim yaklaşık 2 milyon varil civarına geriledi.

Petrol endüstrisi maliyeti oldukça yüksek ve düzenli olarak yeni yatırımların yapılması gereken bir sektör. Bu nedenle de endüstrisi az gelişmiş olan ülkeler emperyalist ülkelere kaçınılmaz olarak bağımlı kalıyorlar. Bolivarcı iktidar hem Chavez döneminde ve hem de Maduro döneminde ABD’ye olan bu bağımlılığı en aza indirebilmek için çabalıyorlar. Ancak en büyük açmazları, üretilen petrolün önemlice bir kıismının alıcısı ABD, bu yüzden atılan adımlar hiçte kolay adımlar değil.

Bolivarcıların Çin. Hindistan, Rusya ve Iran ile kurdukları stratejik ittifakları tam da bu nokta da ele almak lazım. Kurulan bu ittifaklarla Venezuela ihraç ettikleri petrolün yarıdan fazlasını ABD dışındaki bu ülkelere satabilir hale geldi.

İşbirlikçi Burjuvazi ve Faşistler…

Chavez’in ölümünün ardından görevi devralan ve daha sonra yapılan seçimlerde de yapılan bütün kara propaganda ve manipülasyonlara, açık şiddet eylemlerine, ekonomik tehdit ve ambargolara rağmen başkanlık seçimini kazanan Chavez’in yoldaşı Maduro sahsında Bolivarcı iktidara karşı yapılan bu saldırıları, muhalefet lideri ABD uşağı Juan Guaido’nun kendisini geçici devlet başkanı olarak ilan etmesi de basta ABD olmak üzere emperyalist blokun ikinci dalga saldırıları olarak değerlendirilmelidir. Venezuela ulusal sağ politik hareketleri, faşistler ve yerel burjuvazi emperyalizm ile işbirliği yapmaya devam ederek Bolivarcı anti-emperyalist yönetimi yıkmak ve kendi sınıfsal çıkarlarına uygun işbirlikçi bir iktidar kurmak istiyorlar.

Venezuela ekonomisinin kötü gidişatı isin bir tarafı olmakla birlikte meselenin özü emperyalizme karşı 23 Ocak’ta sokakları dolduran yüzbinlerce Venezuelaliyla dayanışmayı büyütmek olmalıdır. Bolivya başkanı Evo Morales’in dediği gibi; „ Emperyalizmin bir kez daha tırnaklarını demokrasinin ve Güney Amerika halklarının kendi kaderini tayin hakkının boğazına geçirdiği bu kritik saatlerde Venezuela halkının ve Nicolas Maduro’nun yanındayız. Güney Amerika ülkeleri bundan böyle ABD’nin arka bahçesi olmayacak“

Aksi halde zaten emperyalistler eliyle tüm Latin Amerika’da desteklenen sağ-popülist ve hatta faşist iktidarlara bir yenisinin daha eklenmesi sürpriz olmayacaktır. Daha çok kısa süre önce yaşadığımız Brezilya örneğinde olduğu gibi.

Diğer yandan yoksullukla „terbiye etmeye“ çalıştıkları Venezuela halkını Bolivarcı devrimi devirmek için sokaklara çekmeye çabalıyorlar. Bu plan düşündükleri gibi uygulanabilseydi emperyalist bati attığı bu bir tasla Rusya ve İran’ı da enerji gelirleriyle vuracaktı. Nitekim kısmen de başarılı oldu. Ancak Bolivarcı iktidar bütün bu ambargo ve hatta fiziki saldırılara karşı daha önce öngördüğü sosyal projelerinin yapımına devam etti. Yaklaşık 2 milyon konutun inşaatını tamamlayıp yoksullara dağıtıldı. Asgari ücret yaklaşık 30 kat arttırıldı.

Basta Venezuela olmak üzere emperyalizmin muhalif Latin hükümetlerine saldırılarının arkasındaki asil neden kapitalizmin yaşadığı yapısal ekonomik ve siyasi krizdir. Mesele bu şekilde okunmazsa tartışmalar ve kritikler Maduro ve hükümetinin basarisiz bir yönetim olduğu konusunda kilitlenip kalır. Öncesiyle ve sonrasıyla yaşanan darbe girişimini engelleyip bütün manipülatif haberlerin yalandan ibaret olduğunu tüm dünya kamuoyuna anlatabilmek için öncelikle bu sis perdesinin ortadan kaldırılması şarttır. Bunun ilk adimi vakit kaybetmeksizin Nicolas Maduro şahsında Venezuela Bolivyan Cumhuriyeti’nin meşru yönetimiyle dayanışma göstererek atılmalıdır.

Paylaşın