Hülya Osmanağaoğlu, Umut Yazıları

Yargıtay ve AYM: Darbe devlet faşizm – Hülya Osmanağaoğlu

Hani deniyor ya, Türkiye’nin gündeminde birkaç günde unutulan siyasi gelişmeler Norveç’te olsa aylarca manşetlerden inmez diye, yine öyle günlerden geçiyoruz. Bütün dünya Gazze’ye yönelik İsrail saldırılarını konuşup eyleme geçerken, Türkiye’de Rojava’ya yönelik saldırılar gündem bile olmadığı gibi Filistin de çoktan [maalesef] gündemden düşmüş görünüyor. Daha hafta bitmeden toplumsal muhalefetin gündeminde AKP’nin hukuk tanımazlığı bağlamında öne çıkanlar; Gültan Kışanak’ın azami 7 yıl olan tutukluluk süresi dolmuş olmasına rağmen serbest bırakılmamış olması (ki bugünlerde Sebahat’ınki de dolmuş olmalı); Cumartesi Annelerinin/İnsanlarının direnişinin sonuç verdiğini gösterir biçimde yeni İçişler Bakanı Ali Yerlikaya’nın bir çözüm bulmak gerekiyor açıklaması ve yeni mülkiyet gaspı yasası ile işçi sınıfının kent merkezlerinden sürülmesinin Meclis’te kabul edilmiş olması. Son olarak, iki haftadır AYM kararı sonrası serbest bırakılmayan Can Atalay için, Yargıtay’ın AYM kararını tanımadığını söyleyip AYM üyeleri hakkında suç durusunda bulunması, hukukun içinden ‘yürüyemeyen’ demokrasi mücadelesinin yeni bir aşamasına işaret etti.

Anayasa’nın hükümsüz kılındığından, artık ülkede hukuk kalmadığından, Anayasa’ya karşı darbe yapıldığına değin bir dizi analiz ortada dolanıyor. Ancak açıkçası en ‘iyimser’ bulduklarım, yeni bir paralel devlet yapılanmasının söz konusu olduğunu söyleyerek AKP’nin uyarılması ve kimi illegal güç odaklarının basıncıyla Yargıtay’ın bu tutumu aldığına ilişkin analizler. Herkesin Anayasa Mahkemesi nezdinde Anayasa’yı korumayı ve darbeye direnmeyi tartıştığı esnada, aynı Anayasa Mahkemesi sansür yasasının iptali için yapılan başvuruyu reddetti. CHP’nin çiçeği burnunda başkanının derhal Meclis nöbeti başlatması, TİP’in de meseleyi esas olarak Meclis içinde çözmeyi öne çıkaran bir tutumla, HEDEP ve CHP’nin yanı sıra İYİP ve Saadet Partisi ile de görüşeceğini açıklaması, meseleye sınıflar mücadelesinin değil burjuva parlamentarizminin merceğinden baktığını ortaya koyuyor. Seçim öncesinde sosyalist muhalefeti Meclis kürsüsündeki konuşmalarla sınırlandırırken, bugün Genel Başkan Erkan Baş’ın Yargıtay –AYM tartışmasına ilişkin yaptığı açıklamada “hukukun içinden” mücadele edeceklerini vurgulaması, TİP’in meseleye “parlamentoya yargı darbesi” çerçevesinden baktığının göstergesi.

Devlette uzlaşma ve çatışma alanları

Özgür Özel’in konuya ilişkin ilk tepkisinde böyle bir demokrasi ihlalinin yabancı sermayenin gelişine engel oluşturacağı lafı, seçimden sonra Mehmet Şimşek politikalarına CHP’nin niye sessiz kaldığının itirafı olarak okunabilir. Seçimden sonra Mehmet Şimşek’in yeniden ekonomiden sorumlu bakan olması, AKP’nin TÜSİAD’la uzlaşma yakalamasının ilk adımı oldu. Seçimden hemen sonra Ömer Koç’un Erdoğan ile görüşmesi hatta pek muhalif bulunan Ali Koç’la verilen fotoğraflar, sermaye fraksiyonlarının devlet katındaki uzlaşmasının resimleri olarak görülmeli.

Bu uzlaşma elbette uluslararası sermaye ile de uzlaşmanın bir parçası olduğu için, Mehmet Şimşek kara para konusunda yapılacak düzenlemelerle yabancı sermayenin beklentilerini karşılayacak son adımın atılmış olacağını söyledi. Bu sırada Süleyman Soylu’nun içişleri bakanlığını bırakmasıyla mafyaya yönelik operasyonların peşi sıra gelmesini de Mehmet Şimşek’in bakanlığından ve devlet katındaki bu yeni uzlaşmadan bağımsız ele almak mümkün değil. Ancak geleceğe yönelik projeksiyonlar açısından çok belli ki taraflar arasında süren gerilimler de söz konusu. Yargıtay-AYM kapışması da bunun dışa vurumu.

Gültan Kışanak’ın yedi yılının dolmasına rağmen serbest bırakılmaması, Selahattin Demirtaş’ın AİHM kararlarına rağmen keza tutsaklığının sürmesi, 6-8 Ekim davasının yargı komedisine dönmesi düşünüldüğünde, devlet katındaki uzlaşmanın Kürtler söz konusu olduğunda konsolide olduğu açıkça ortada. Ancak TİP’in parlamentoyla sınırlı bir sosyalist muhalefet öngörmesiyle birlikte düşüldüğünde, Meclis’teki varlığı belli ki AYM nezdinde yeni rejim için yeterli meşruiyeti sağlıyor. Ancak Gezi isyanı nedeniyle ceza alan Can Atalay’ın serbest kalıp parlamentoya girmesi AKP’ye, Gezi’de attığı geri adımı her gün yeniden hatırlatacağı için kabul edilemez geliyor.

Faşizm kurumsallaşırken, ister sermaye fraksiyonları arasındaki dengeler ister devlet içindeki sermaye uzantılı güç odaklarının ilişkileri diyelim, aralarında bir çıkar çatışması sürüyor ve çok belli ki AKP-MHP kliği seçimi kazanmış olmanın verdiği rahatlıkla davranıyor. Diğer taraf ise hukuk mücadelesi adı altında safları sıklaştırmaya çalışıyor. Belli ki bir taraf için Gezi tutsaklarından, en azından milletvekili seçilmiş Can Atalay’ın serbest kalması, [Kürt hareketi ve enternasyonalist solu olmasa da] TİP’i içerebilecek bir ‘demokrasi’ çerçevesi meşruiyet için hala gerekli. Bu gerilimin sonucu ne olur şu an için belirsiz. Ancak meselenin darbe tartışması ekseninde el alınması, tam da yeni dönemde faşizmin kurumsallaşmasının tamamlanması sürecinin parlamentoya sıkışmış bir muhalefetle engellenebileceği yanılsamasını yaratıyor.

Darbeler cumhuriyeti

100. yılı kutlanan Türkiye Cumhuriyeti bir dizi darbeye ve darbe girişimine sahne olmasına rağmen neyin darbe olduğuna ilişkin tartışmanın yanı sıra darbelerim kime karşı yapıldığı tartışması da varlığını sürdürüyor. Anayasa’nın 7 Haziran 2015 seçimlerinden itibaren sistematik olarak ihlal edildiği göz ardı edilerek yapılan bu analizler, aslında Can Atalay’ın serbest bırakılmamasının son 7-8 yıldır bir hayli aşina olduğumuz Anayasa ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin ihlalinden çok daha önemli, yeni bir eşiğe gelindiğini gözden kaçırmakla malul.

27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinin, 12 Mart muhtırasının, devletin sermayenin ihtiyaçları yönünde yeniden dizaynı için yapıldığı, toplumsal muhalefetin büyük bölümü açısından kabul görüyor. 28 Şubat’a gelince ise, “postmodern darbenin” Refah Partisi’ne karşı yapıldığı yönündeki liberal analizler etkinliğini sürdürüyor; en iyi ihtimalle darbenin hedefleri arasına Kürt özgürlük hareketi de dâhil ediliyor. Sermaye açısından, 1994 krizinin ardından, hepsi neoliberalizme iman etmiş olsalar bile merkez sağın ve merkez solun içindeki bölünmüşlük ve bir bütün olarak ideolojik hegemonya kaybı, Refah Partisi’nde örgütlenen siyasal İslam’ın önünü açmıştı. Bu esnada Kürt özgürlük mücadelesi yükselmiş hatta TBMM’ye girmişti (ve 2,5 yıl içinde Meclis’ten atılmıştı). Genelkurmay’ın deyimiyle düşük yoğunluklu bir savaş ve yanı sıra barış mücadelesi de yükselerek sürüyordu. İşçi direnişleri, kamu emekçilerinin sendikal mücadelesi, 96 ve hatta 97 1 Mayıs’ında sosyalist hareketin görkemli katılımı, yargısız infazlara, köy boşaltmalara, katliamlara ve suikastlara rağmen devletin sermaye lehine konsalidasyonunu engelliyordu. Refah Partisi’nde temsil edilen sermaye kesimleri ise sömürüden daha fazla pay isteyerek iktidara ortak olduklarında, 28 Şubat kararları ile ordu eliyle yapılan müdahalelerle Refah Partisi siyaseten tasfiye edilmeye çalışılırken, MHP-DSP-ANAP koalisyonuyla statüko korunmaya çalışılıyordu. 28 Şubat süreci siyasal İslamcıların bitmeyen mağduriyetinin miladı olurken, Kürt halkına yönelik kirli savaş sürdürülüyor, 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta ortaya dökülen pisliklerin üstü örtülüyor, neoliberal dönüşümü tamamlamak için sosyalist hareketi ve sınıf mücadelesinin militan kesimlerini bastırmak amacıyla 19 Aralık katliamı gerçekleştiriliyordu. Tüm bunlara rağmen liberal retorikle birlikte siyasal İslamcılar 28 Şubat’ın kendilerine karşı yapıldığı iddiasıyla mağduriyetten mağduriyet beğenmeye devam ediyorlar.

2016’daki 15 Temmuz darbe girişimi ise aslında, Gezi isyanı, Kobane direnişi, 7 Haziran seçimleri ve hendekler süreciyle birlikte, devletin temellerinin sarsılabilirliğinin ortaya çıkmasıyla aynı döneme denk gelen, siyasal İslam’ın iki kanadı arasındaki iktidar mücadelesinin bir ürünüydü. Kelimenin gerçek anlamıyla dış güçlerin de etkisiyle “darbe” nitelikli bir iç çatışma ortaya saçıldı. OHAL ilanı ardından KHK’lar ve kayyumlar, hemen akabinde HDP’li eşbaşkanların ve vekillerin tutuklanması ile 2017 referandumuna gelindiğinde, AKP-MHP ittifakında cisimleşen milliyetçi-siyasal İslamcı ittifak, rejimi değiştirerek devleti yeniden inşaya başladı. CHP-İYİP ittifakı ile restorasyon ihtimalini yoklayan TÜSİAD cephesi ise bu son seçim sonrasında Mehmet Şimşek’te cisimleşen uzlaşmayı hızla benimsedi.

Ve şimdi de, önümüzdeki dönemde rejimin TİP’e meşruiyet alanı tanınıp tanımayacağı üzerinden bilek güreşine tutuşan iktidar güçlerinin iç kavgasında, darbeye karşı anayasayı savunma, parlamentoyu koruma gibi bir popülist söylemle demokrasi güçleri yedeklenmeye çalışılıyor. 2019’dan beri CHP ile İYİP, Saadet, DEVA ittifakı ardında kurulmaya çalışılan restorasyoncu AKP karşıtı barikat, artık iyice trajikomik denebilecek bir yaklaşımla AYM (hatta Ali Yerlikaya) arkasına dizilerek kurulmaya çalışılıyor.

Hangi sonuç?

Çok umut olmasa da TİP’in Meclis içinden CHP öncülüğünde belki Saadet ve İYİP desteği ile yapacağı mücadele, Can Atalay’ın serbest kalmasını sağlayabilir. Kuşkusuz Can’ın Meclis’e gelmesi çok önemli bir kazanım olur. Ancak şu anda Can’ın tutsaklığı üzerinden teşhir olan AKP-MHP faşizminin pervasızlığına karşı sosyalist mücadelenin gereği, akşam sabah sosyalistlere hakaret eden Meral Akşener ile ya da aklına ilk olarak yabancı sermaye gelen Özgür Özel ile parlamentarizmin içinden bir yol aramak olmasa gerek. Yeni asgari ücret belirleme dönemi geliyor, ücretler açlık sınırının altına düşmüşken, küçüklü büyüklü onlarca işyerinde direnişler sürüyor (Ve bu sırada DİSK sadece vergide adalet mitingi yapıyor reel ücretlerdeki düşüşü merkeze koymuyor!) 6-8 Ekim Kobane davasında arkadaşlarımız son savunmalarını yapıyor ama sonuç belli, TJA’lı arkadaşlarımız kadın kurtuluş mücadelesi sebebiyle yargılanıyor. Kadınların nafaka hakkı gasp edilmeye ve erkekler için boşanma kolaylaştırılmaya çalışılıyor. LGBTİ+’lara yönelik sitemli devlet saldırısı aldı başını gidiyor. İşçi sınıfının ve dar gelirlerin binbir emekle edindikleri mülklerine çökme yasası Meclis’ten geçti ve yeni bir sermayeye servet aktarımı dönemi başlıyor. Sansür yasası herkesin sesini kısacak. Bu koşullar altında TİP’in de yine dağılan Millet İttifakı bileşenleriyle çıkış aramasının ne TİP’e ne de sınıflar mücadelesine bir hayrı olması mümkün görünüyor. Enternasyonalist sosyalistler ve Kürt hareketi, AKP’ye kaybettirme stratejisine ikame edilecek bir çizgiyi henüz ortaya koyamadılar… Ve Yargıtay’a karşı AYM’yi savunmayı tartışıyor demokrasi güçleri… Sonumuz hayrola…

Paylaşın