Gündem, Hülya Osmanağaoğlu, Kadın - LGBTİQ+, Slider, Umut Yazıları

Patriyarkayı kavramazsanız feminist hareketi anlamazsınız… – Hülya Osmanağaoğlu

Feminist hareketin ve kadın hareketinin, başta feminist gece yürüyüşleri olmak üzere AKP iktidarı tarafından sokaklardan püskürtülememesi, toplumun çok farklı kesimlerinden kadınlar nezdinde dikkate alınması, feminist hareketin patriyarkaya karşı mücadelede kolektif siyasal özne haline gelmesi, harekete yönelik analiz ve eleştirilerin de hızla artmasına neden oluyor. Tabir yerindeyse önüne gelen, feminist hareket analizi attırırken, hareketin politik mücadelesinin tarihine ya da politik metinlerine bakmayı bile gerekli görmeyip, sosyal medyadaki eylem fotoları üzerinden yorum yapmak siyasi hareket analizi yapmak sanılabiliyor. Sınıf mücadelesini, sosyal medyada feminist harekete Marksizm dersi vermek sanan erkeklerin yazdıklarını, meyve veren ağaç taşlanır diyerek geçsek de kendisini kadın hareketinin bir parçası olarak tanımlayan kadınların, ciddi tarihsel tahrifatlarla yazdıkları yazılara cevap vermek, zaman zaman gerekiyor. Ben de bu yazıda son dönemde bahsettiğim türden örnek teşkil eden bir yazıya ilişkin görüşlerimi paylaşacağım. Genel olarak tartışmaları fikirler üzerinden yaparken, bir fikri son telaffuz edenin adını anarak ya da yazısını referans vererek tartışmak gerekmeyebiliyor. Çünkü farklı kadınlar da benzer fikirler savunurken sadece bir kişiyi anarak cevap vermek, tartışılan fikri sahiplenen diğer kadınları görmezden gelme anlamı taşıyabilir, ki bu da feminist fikir alışverişi için doğru bir yöntem değil bence. Ama ben bu yazıda doğrudan Ebru Pektaş’ın İleri web sitesinde çıkan “Yeni bir dönemde eleştiri ve öz eleştiri üzerine notlar”[i] yazısı üzerinden bir feminist hareket nedir ne değildir, politik kavramlar ve bu kavramlar üzerinden siyasal analizler nasıl ortaya çıkıyor ve mücadelenin yönelimi nasıl belirleniyor, tartışmaya çalışacağım. Maalesef yazının düzeyini, Ebru Pektaş’ın analiz düzeyi belirleyecek diye belirtmek zorundayım. Ama bu arada kimi tarihsel tahrifatları düzeltirken, özellikle son 20 yılın feminist mücadele tarihinin kimi başlıklarını da hatırlatmış olacağım.

Bir tarihsel döneme ilişkin analiz yaparken illa ki o dönemde siyaseten aktif olmanız gerekmez kuşkusuz. Ancak dönüp bakmanız, araştırmanız, dönemin siyasal öznelerinin ne dediğini, hangi eylemleri yaptığını az çok öğrenmeniz gerekir; hele ki özeleştiri çağrısı yapıyorsanız! Tarihe dair siyasi analizi kendi öznel koşullarınızdan yola çıkarak ya da kimi yaygın politik analizleri bağlamından uzak biçimde alt alta sıralayarak (Dünya Bankası, STK’laşma vs) yapmaya kalktığınızda gerçeklikten tümüyle kopuk tespitler yapıyor olabilirsiniz, ki Ebru Pektaş’ın yazısı da bunu işaret ediyor. Ebru Pektaş belli ki 2000’lerin ilk on yılında genel olarak toplumsal mücadeleyle ve/veya kadın mücadelesiyle pek ilişkili olmadığı için o döneme dair genel geçer, hatta basmakalıp analizler içinden bir feminist hareket tarihi yazmaya çalışıyor ve feci halde yanılıyor. Örneğin ilk dönemde AKP’nin kadın düşmanlığı resmi bir mertebede değildir deyip sol liberalizmin toplumsal muhalefet içindeki egemenliğini eleştirirken, özet olarak AKP tehlikesinin doğru analiz edilmediğinden dem vuruyor. Haksız bir tespit elbette değil ama sorun feminist hareketin tarihini bilmemek, hatta aslında memleketteki politik saflaşmanın 94’te Refah Partisi belediyeleri kazandığı andan itibaren kadınlar üzerinden şekillendiğini de görmemek. Çok belli ki Ebru Pektaş için AKP’nin kadın düşmanı siyaseti, genel propagandif söylemin ötesinde ancak kendi günlük yaşam pratiğinde dini baskı ile karşı karşıya kalınca gündemine girmiş. Bu nedenle de AKP’nin kadınların kazanımlarına yönelik saldırganlığını, kendi gündelik yaşamında hissettiği dönem üzerinden tartışmaya çalışıyor olabilir.

Erkek şiddetine sıkışmak!

Mardin’de taşlanarak öldürülen Şemse Allak’ın cenazesi.
Tabutu, Kürt kadın hareketi omuzluyor. (20 Haziran 2003)

2004 yılında AKP, TCK yasasında değişikliğe giderken kaşıkla verdiğini kepçeyle almaya çalışıp zinayı yeniden ceza kapsamına almaya çalıştığında, yüzlerce kadın ülkenin dört bir yanından örgütlenip Meclis’in önünde eylem yapmaya gitmişti. 2007’de Tayyip Erdoğan kadınlar üç çocuk doğursun dediğinde ünlü, “bir türkçük iki türkçük…” sloganı eylem alanlarını doldurmuştu. Ebru Pektaş’ın “kabaca on yıl” hesabıyla İstanbul Sözleşmesi’ne varıldı diye özetlediği yıllarda feminist hareket bir bütün olarak Türkiye’de erkek şiddeti algısını ve mücadelesini değiştirdi. O  “kabaca on yıl” içinde yüzlerce kadın -Ebru Pektaş’ın mücadeleyi kadına yönelik şiddete sıkıştırdılar diye eleştirdiği patriyarkaya ve erkek şiddetine boyun eğmediği için- bizzat kocaları, eski kocaları, nişanlıları, kardeşleri, babaları tarafından katledildi. Mardin’de taşlanarak öldürülen Şemse Allak’ın cenazesini Kürt kadın hareketi omuzladı. Kadınlar erkek şiddetine direnip boşanmaya çalışırken, AKP’nin laiklik düşmanlığını analiz edemeden ölüme gittikleri için sanırım Ebru Pektaş’a bir özür borçlu değiller. Keza kadın cinayetlerinin, aşktan, üzüntüden, namus nedeniyle ya da çıldırmaktan değil, bizzat bir sistem olarak patriyarkanın erkeklere şiddet hakkı tanıması nedeniyle politik olduğunu söyleyen feminist hareket de, sanırım laikliği öne çıkarmadığı için bir özeleştiri yükümlülüğü taşımıyor. Feminist dava takipleri çerçevesinde yapılan kampanyalarla kadın cinayetleri, üçüncü sayfa haberlerinin, cinnet cinayeti, aşk cinayeti türündeki erkek okuyucuya yönelik magazinleştirilmiş içeriğinden kurtulup, birinci sayfalarda “yine erkek şiddeti” diye politik haberlerin arasındaki yerini aldı. Keza Ebru Pektaş’ın “kabaca on yılında” AKP’yi karşısına almamakla itham ettiği feministler/İstanbul Feminist Kolektif’ten yaklaşık 25 kadın, 2010 yılında İstanbul Kongre Merkezi’ndeki Uluslararası Kadın Buluşması’nda, bizzat Erdoğan konuşma yaptığı esnada, ayağa kalkarak “Eşit değilsiniz dendikçe daha çok öldürülüyoruz”, “Erkeklerin sevgisi her gün üç kadını öldürüyor” yazılı dövizler açtı. İstanbul Sözleşmesi imzası 1987’de feminist hareketin ilk sokak eylemi olan “Dayağa Karşı Yürüyüş” ile başlayan mücadelenin bir halkası oldu. Nahide Opuz davasını 2009’da AİHM’e götürerek Türkiye’yi mahkûm ettiren kararın çıkmasını sağlayan, bu yüzden de o dönem AB propagandasını öne çıkaran AKP iktidarını İstanbul Sözleşmesi’nin ilk imzacısı olmaya zorlayan davayı ise, bugün Meclis’te de kadınların sesini yükselten Kürt kadın hareketinden feminist yol arkadaşımız Meral Danış Beştaş açmıştı.[ii]

Sınıfın üstünden atlamak!

Ebru Pektaş yine belli ki kendi politik gündemine girdiği tarihleri esas alarak, 2010’ların ortasından itibaren Erdoğan’ın kadın istihdamını baltalayan politikalarını anlatırken, örneğin 2006 yılında, feministlerin, kadın örgütlerinin sendikalardan kadınların, sosyalist parti ve örgütlerden kadınların ve Kürt kadın hareketinin örgütlediği 8 Mart mitinginin başlığının “Bursa’da yandık Ceylanpınar’da boğulduk Novamed’de direniyoruz” olduğundan bihaber. (Ki zaten o yıllarda Ebru Pektaş’ın şu an üyesi olduğu TİP’in ayrıldığı TKP, kadınlı erkekli 8 Mart kutlamaları yapıyordu). 2006-2007 yılında feministlerin çağrısıyla yan yana gelen kadın örgütlenmelerinin Novamed direnişi ile dayanışma kampanyası aynı zamanda, dünyada ve Türkiye’de neoliberalizm, patriyarka, yeni muhafazakârlık ittifakıyla artan kadın emeği sömürüsünü, AKP’nin kadın istihdamını artırma adı altında pazarlamasına karşı oluşturulan politik yönelimin ilk adımı oluyordu. Yine Ebru Pektaş’ın AKP’nin kadın düşmanlığı yapmadığını varsaydığı “kabaca ilk on yılında”, feminist hareketin çağrısıyla oluşturulan Sosyal Haklar İçin Kadın Platformu bugün kadınlar için emekliliği neredeyse imkânsız hale getiren SSGSS Yasası değişikliğine karşı kampanya yapmıştı. Keza hemen ardından gelen İstihdam Yasası değişikliğinde ise, Ebru Pektaş’ın “sınıfın üstünden atladığını bakım emeğini sosyal politika konusu haline getirmediğini” söylediği feminist hareketin çağrısıyla oluşturulan İstihdam Yasası’na karşı kampanya grubu, kreş hakkının 150 kadın şartına bağlanmasına, ilk işe giren kadınların SGK primlerinin yarısının devletçe ödenerek ucuz emek haline getirilmesine vd. karşı çıkmıştı. Feminist hareket yine aynı “kabaca ilk on yılda”, AKP’nin iş ve aile yaşamını uyumlaştırma politikalarını, kadınların esas görevini ev içinde erkeklerin hizmetinde ve/veya yaşlılar ile çocukların bakımında emek harcamak olarak gören, bu nedenle kadınları ücretli emek gücüne katılmaktan alıkoyan, ücretli emek gücüne katıldıklarında niteliksiz, düşük ücretli, güvencesiz işlerde çalışmak zorunda bırakan, patriyarka kapitalizm ittifakına dayandığını teşhir eden, çok sayıda açıklama ve eylem yaptı.

Yani aslına “AKP’nin kadın istihdamını baltaladığı” tespiti de neoliberalizmin kendini bütün dünyada ucuz kadın emeği üzerinden inşa etmeye çalıştığı düşünüldüğünde/bilindiğinde pek ayakları havada kalan bir değerlendirme oluyor. Ancak Ebru Pektaş maalesef ‘kapitalizmin ve patriyarkanın üstünden atladığından’ AKP’yi sermaye ile ilişkilerinden ve Türkiye’deki sınıflar mücadelesindeki yerinden uzak bir biçimde, laiklik-dincilik ekseninde değerlendirerek kadınların AKP döneminde istihdamdan dışlanmaya çalışıldığını varsayıyor. Tamam, patriyarkayı kavramıyor bu nedenle feminist hareketi de anlayamıyor ama açıkçası Türkiye’deki sınıflar mücadelesini de görmeyip sadece modernist bir laiklik-dincilik ikiliği üzerinden analiz yapmaya çalışıyor.

2008-2015 yılları arasında faaliyet gösteren Sosyalist Feminist Kolektif de patriyarkal kapitalizm analiziyle kadın emeğini merkeze koyarak politika belirlemeyi öne çıkararak örgütlenmeye başlamıştı. Sınıf hareketinin güçsüzlüğü, sosyalist hareketin sol liberal etkilerden sıyrılamaması ve tabii ki reel sosyalizmin tahribatının yarattığı umutsuzluk, AKP’nin bu ilk on yılda sınıf düşmanı politikalarını sorunsuzca hayat geçirmesini mümkün kıldı. Toplumsal muhalefetin genelinden farklı olarak, patriyarka kapitalizm ittifakına eklemlenen AKP’nin dine dayalı aile politikalarının, kadınların üzerindeki baskı ve sömürüyü nasıl katmerlendirdiğini görerek örgütlendi feminist hareket. Ancak sınıf hareketinin gerileyişi feminist hareketin, ücretli ücretsiz kadın emeği kıskacındaki kadınların sömürüsünün artışına engel olmasını mümkün kılmadı. 

Tam da yine bu dönemde kadınların esas yeri ailedir vurgusunu öne çıkaran AKP iktidarına karşı feminist hareket, 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nde “Aile değil kadınız feminist isyandayız” pankartı ile yürüdü. Feminist hareket hem aileyi hem kadınları koruyamazsınız derken hiç şaşırtıcı olmayan biçimde Aile ve Kadın Bakanlığı’nın isminden “kadın” çıkarılmıştı, 2011 yılında. Aileyi korumak adına kadınların boşanmasını hak görmeyen yargının, kadın cinayetlerinde haksız tahrik ve iyi hal adı altında erkeklik indirimleriyle adeta katil erkeklerin sırtını sıvazlaması sonucunda feminist hareket “Erkek adalet değil gerçek adalet” derken uğruna kadınların katledildikleri aileler için de “Aileniz batsın!” diyordu.

Dolmabahçe Ofisi, yol kesme eylemi
“Kürtaj hakkımdan başbakana ne” (28 Mayıs 2012)

Ebru Pektaş’ın yazısının belki de tek doğru tespiti, AKP’nin ikinci on yılının başlangıcında kadınların kazanımlarına doğrudan saldırıya geçeceğini gösteren ilk adımın kürtaj ve sezaryenle doğumu yasaklama girişimi olduğudur. Ama işte yine aynı tarih bilgisizliği, Tayyip Erdoğan’ın “Her kürtaj bir Uludere’dir” lafının hemen ertesi gününde, Ebru Pektaş’ın AKP’ye karşı siyaset yapmadığını söylediği feminist hareketin, “Kürtaj haktır Uludere katliam” sloganıyla ve “Kürtaj hakkımdan başbakana ne” yazan pankartla, Beşiktaş’taki dönemin Başbakanlık Dolmabahçe Ofisi önünde yolu keserek yere oturup yaptıkları eylemle[iii], kürtaj yasaklama girişimine ilk tepkiyi verdikleridir.    

Aileyi ve patriyarkayı merkeze almak

Mesele şu ki Ebru Pektaş’ın tarih konusundaki bilgisizliği yapmaya çalıştığı politik/kuramsal analizlerin de yanlış zemine oturmasına neden oluyor. Çünkü Ebru Pektaş dünya sol literatüründeki genel geçer analizleri (STK’laşma, Dünya Bankası vd.) sıralayarak çok derin analizler yaptığını sanırken aslında hayata emperyalist metropollere ilişkin makalelerden baktığını fark etmiyor. Mesele şu ki esas olarak Batı Avrupa’da güçlenen ve feminist mücadelenin devrimci yanını törpüleyen kadınları güçlendirme siyaseti, Türkiye, Şili, Arjantin, Polonya gibi geç kapitalistleşen ülkelerde aynı biçimde yansımasını bulmadı. Bunun patriyarkanın kendi iç dinamiklerinin ötesinde sınıflar mücadelesinden sosyal devlet uygulamalarının farklılığına dair bir dizi nedeni var ama bu yazının sınırları bu tartışma için yeterli değil. Ama işte Ebru Pektaş belli ki sadece mühim makaleler okuyarak Türkiye’deki feminist hareketi/kadın hareketini analiz etmeye çalıştığı için 2000’ler sonrasında, buradaki feminist hareketin Batı metropollerinden farklı bir güzergâhta şekillendiğini bilemiyor.

Dört noktaya vurgu yapıyor: Bir, aileyi hedefe koymanın kadınların büyük kesiminin gündelik hayat gerçekliklerindeki aile kavrayışına uzak olması; iki, AKP’yi değil patriyarkayı birinci derecede sorumlu gören yaklaşımın AKP iktidarına bir tehdit olarak yönelmemesi; üç, erkek şiddeti, patriyarka vs derken esas olarak kadınların yaşadığı sorunların laikliğe yönelik saldırılardan koparılması; dört, tüm bu ‘politik öngörüsüzlüğe’ rağmen,  on binlerce kadını feminist gece yürüyüşlerinde ve kadın hareketinin 25 Kasım ve İstanbul Sözleşmesi eylemlerinde toplayabilmesi!

Birinciden başlarsak ikinci dalga feminist hareket hem dünyada hem Türkiye’de ortaya çıktığından beri kurum olarak aileyi karşısına alır. Erkek egemenliğinin/patriyarkanın temelinin heteroseksüel aile olduğunu söyler. Bu anlamıyla, aman aileyi karşımıza almayalım kadınlar bizden uzak durur gibi popülist siyasetlerle arasına mesafe koyar. Kimi sosyalist örgütlerin hem Mustafa Suphileri hem 10 Kasım’da Mustafa Suphileri öldürten Mustafa Kemal’i anmasını makul bulanların, feministlerin hem aileniz batsın deyip hem de popülist bir sapma ile adeta anneler günü kutlamasını beklemesi şaşırtıcı değil kuşkusuz. Esas olarak neoliberalizm, kendini ideolojik olarak aileye dönüş ile meşrulaştırırken, sermayenin evdeki erkekler adına patriyarkayla vardığı uzlaşma ile erkekler kadınların emeğine evde karşılıksız el koymaya devam ederken, yarım zamanlı, düşük ücretli, niteliksiz işlerle sermaye tarafından daha fazla sömürülmesini sağlamaya çalışmaktadır. Yani AKP iktidarı sadece dini baskıyı kurumsallaştırmak için kadınları erkeklere mahkûm etmeye çalışmıyor, neoliberal birikim sürecinin ihtiyaçları, kadınların aileye daha sağlam zincirlenmesini gerektirdiği için dini referanslarla erkek şiddetini meşrulaştırıyor, kadın cinayetlerinin önünü açıyor, kadınların boşanmasını zorlaştırıp nafaka hakkını gasp etmeye çalışıyor. Oysa Ebru Pektaş çok belli ki kendi modernist dünyasında, AKP’nin dini baskı politikalarının etkilerine bakarak, sınıfın üstünden atladığını iddia ettiği feminist hareketin, tam da sınıf siyasetini de görerek sermaye birikim rejimi ile patriyarka ittifakını temel alarak aile karşıtı politikayı öne çıkardığını göremiyor.

Feminist örgütlenme ve feminist gece yürüyüşleri

Feminist hareket defalarca feminist literatürde belirtildiği üzere, kadınları sistematik bir çoğalma ve organik ilişki ile örgütlemek için dışarıdan bilinç taşımaz. Feminizm kadınların başka kadınlarla yan yana gelerek kadın oldukları için yaşadıkları sorunların erkek egemenliğinden kaynaklandığını görmesini ve kadın dayanışmasının gücüyle hayatlarını değiştirebilmelerini sağlamayı hedefler. Kadın dayanışması politik bir kavramdır ve bu bazen evdeki koca dayağını yan komşuyla paylaşıp erkek şiddetinin kader olmadığını düşünerek başlar, bazen tarikat zoruyla 6 yaşında istismara uğrayan H.K.’nın radyoda başına gelenlerin aslında suç olduğunu öğrenmesiyle, bazen kadın işçilerin aynı işi yaptıkları erkek işçilerden neden daha az ücret aldıklarını konuşmalarıyla başlar ve mücadeleye dönüşür. Kadınlar erkek şiddetine katlanmaz boşanır, kızının zorla istemediği adamla evlendirilmesine itiraz eder, işçi direnişinde daha düşük ücret almalarını ve erkek tacizini gündeme getirir. Ve bunları yapan kadınların çoğu kendine asla feminist demez, demesi de gerekmemektedir. Kadından kadına, kadınlardan kadınlara yayılan dayanışmayla kadınların hayatlarını değiştirmesi erkek egemenliğine/patriyarkaya direnmesidir, feminist örgütlülüğün yayılması. Feminizm kadınları sadece bir pankartın arkasına toplayarak değil evlerin içine yayılarak güçlenir, örgütlenir. Kadınlar evde erkek şiddeti ile ölüm tehdidi altında yaşarken, feminizmin işi, AKP dincidir o yüzden kadın düşmanıdır onun için laikliğe sahip çıkalım arada bu AKP’yi seçimlerle devirelim sonra senin erkek şiddetinden kurtulmanı ve boşanmanı mümkün kılarız, demek olamaz. Feminist hareket öncelikle, erkek şiddetinin dindarlıkla, eğitimle ya da siyasi görüşle ilgisi olmadığını, patriyarkanın bütün erkeklere bu hakkı tanıdığını bilerek, kadınlara erkek şiddetine boyun eğmenin kader olmadığını ve bizzat en yakınımızdaki erkeklere direnmenin ve başkaldırmanın gerekli olduğunu, bu şiddete direndiğimizde bizi ölümden koruması gereken İstanbul Sözleşmesi’nin feshine de bu yüzden karşı çıkmak gerektiğini anlatır.  AKP’nin ve/veya siyasal İslam’ın ise iktidarını korumak için tüm özgürlük mücadelelerini bastırdığı gibi dini referanslarla aileyi güçlendirerek kadınların özgürlük mücadelesini bastırmaya çalıştığını elbette söyleriz ve söyledik de. Ama daha önceki yıllarda da söylemiştik bir kez daha söyleyelim feminist hareket sınıf hareketinin kadınlar içindeki volan kayışı değildir, hele milliyetçi modernizmin volan kayışı zinhar olamaz. Bu anlamıyla kadınları laiklik ekseninde buluşturacaklar da sınıf ekseninde buluşturacaklar da kendi örgütlenmelerini kendileri yapacaklar her şeyi feminist hareketten beklemeyecekler.

8 Mart 2019 Feminist Gece Yürüyüşü, İstanbul
(Fotoğraf: 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü Hesabı / Twitter)

Ebru Pektaş feminist gece yürüyüşlerinde ve kimi kadın hareketi eylemlerinde grup imzalı pankart döviz bayrak taşınmamasını eleştirirken yine maalesef tarihsel bilgi eksiğiyle fikir yürütmüş. Yukarıda da bahsi geçen 8 Mart kadın mitingleri, feministlerin, kadın örgütlerinin, sosyalist kadınların, sendikalardan kadınların ve Kürt kadın hareketinin ortaklaşmasıyla ve herkesin kendi imzalı pankart ve dövizleriyle katılmasıyla 1997’den beri örgütleniyor. Feminist gece yürüyüşleri ise 2003’den beri örgütleniyor. Feminist gece yürüyüşlerini ilk örgütleyen ekibin büyük bir bölümü söz konusu mitinglerin örgütlenmesinde de yıllarca çok aktif görev almıştı ve sonrasında da almaya devam etti. Bugün de hala feminist gece yürüyüşünün örgütlenmesinde yer alan kadınlar, örneğin İstanbul’da, 8 Mart kadın mitinglerinin/buluşmalarının örgütlenmesinde yer almaya devam ediyorlar. Feminist gece yürüyüşleri ise 50 kişi başlayıp katlanarak artarak 50 binleri buldu. Kadın mücadelesinin en temel hedefi sayılar değildir. Söylenen politik sözün kadınların hayatına ne kadar değdiğidir. Bunu bazen 8 Mart feminist gece yürüyüşünde ya da 1 Temmuz’da Taksim’de yıkılan barikatların görüntüleri sağlar bazen istenmeyen hamilelikte neler yapabileceğini anlatan bir broşüre bir pazarda denk gelmek. Bu anlamıyla imzalı pankart ve dövizlerle katıldığımız 8 Mart mitingleri de on binlerce kadının her birinin bir örgüt gibi hazırladığı dövizlerle katıldığı feminist gece yürüyüşleri de aynı derecede kıymetlidir. Ancak 300 kişi yürürken önemsenmeyen feminist gece yürüyüşlerine on binler olunca, imzalı dövizimizi açalım buradaki kadınlara partimizin propagandasını yapalım diye ısrar etmek, maalesef dayanışmayla değil rekabetçilikle maluldür. Herkesin sözünü imzalı döviziyle söyleyebildiği 8 Mart mitingleriyle feminist gece yürüyüşleri, feminist hareket açısından her daim rekabet değil dayanışma temelinde ilişkilenmiştir. Ve feminist gece yürüyüşlerinde neden grup imzalı döviz ve pankartların olmadığı tartışması da yine bu yazının sınırlarını aşacak biçimde feminist hareketin genel teamülleriyle ve yürüyüşün buradaki örgütlenme geleneğiyle bağlantılıdır ve merak eden okuyucu için bunu açıklayan çok sayıda yazı mevcuttur.[iv]  (Ancak tabii Ebru Pektaş’ın, bu kadar her şeyini eleştirdiği feminist gece yürüyüşünün muhteşem fotolarından birinin üstüne, TİP’in seçimlerde bütün eleştirilere rağmen açık bir siyasi etik ihlalle “TİP Senin” diyen propaganda görselini basmasını da, partisinde eleştirdiğini umuyoruz. Veya 20 yıldır yapılan feminist gece yürüyüşüne katılırken “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Gece Yürüyüşü” diye video hazırlayan TİP’li kadınları da eleştirebilir.)

Sonuç yerine

Açıkçası Ebru Pektaş’ın yazısında feminist hareketin ne olmadığını anlatmayı mümkün kılacak çok malzeme var ama ben de yoruldum yazıyı okuyanlar da haklı olarak yorulmuş ve sıkılmışlardır. Son olarak iki noktaya değineceğim ama bir politik tartışma değil etik bir tartışma olacak bu kısım. Ebru Pektaş yazısında sık sık AKP ile müzakere yapmayı düşünen, isteyen, yapan feminist hareket/kadın hareketi vurgusu yapıyor. Şimdi hem dünyada hem Türkiye’de lobi örgütlenmeleri de, neoliberalizmle görece uyumlu STK’lar da feminist hareketin parçasıdırlar yer yer hareketin etkili unsurları da olurlar. Bu anlamıyla ister lobicilik bağlamında olsun ister STK’laşma bağlamında bu tür örgütlenmeler Türkiye’deki feminist hareketin de meşru bileşenidirler. Ancak yukarıda da uzun anlatıldığı haliyle bu ülkede feminist hareketin ana damarı da kadın hareketi de hiçbir zaman Ebru Pektaş’ın ima ettiği gibi AKP ile müzakere yolları arayarak siyaset yapmadı. Bu anlamıyla, şu tarihsel döküme ve burada kısa bir bölümünü aktarabildiğim feminist analizlere bir kez daha bakınca, feminist hareketin, öyle Dünya Bankası, BM siyasetleriyle paralel yol yürüdüğünü ve bu nedenle de patriyarkayı öne çıkarıp AKP’yi eleştirmeyip, müzakere kapısını açık bıraktığını iddia etmek tek kelime ile apolitikliktir. Her şey bir yana 8 Mart feminist gece yürüyüşlerinde, 25 Kasımlarda ve 1 Temmuzlarda AKP polisinin ağır şiddetine rağmen barikatları yıkan bütün kadınlara hakarettir.

Bir diğer etik sorun; kadınlara yönelik siyasal İslamcı saldırıların normalleştirildiği ve IŞİD’in unutturulduğu eleştirisini, feminist hareketin ve kadın hareketinin de özeleştiri vermesi gerektiğini başından belirttiği, bir yazıda yapıyor Ebru Pektaş. Evet, yazıyı okumayanlar için tekrar söyleyeyim Kürt kadın hareketinin de bileşeni olduğu bir kadın hareketine IŞİD’i unutma eleştirisi yapabilen bir özgüvenle yazıyor yazısını. Oysa 2014’de feministlerin, Kürt kadın hareketinin, sosyalist kadınların ve tek tek barış için mücadele eden kadınların yan yana geldiği Barış için Kadın Girişimi’nin imzasıyla, Kobane’deki IŞİD saldırısı sürerken, AKP iktidarına karşı Boğaz Köprüsü’nden pankart sallandırılırken, eyleme katılan yaklaşık 15 kadından hiç biri milletvekili dokunulmazlığına sahip değildi mesela. Aynı şekilde yaklaşık bir ay sonra yine BİKG imzası ile 50 kadın IŞİD’e yönelik AKP desteğine karşı Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali’nde pankart açarken, IŞİD saldırganlığını unutturmayacak bir eyleme imza atıyorlardı. Bahariye’de 2016’da, Boğaz Köprüsü’nden beraber pankart sallandırdığımız Eylem Ataş ile Sevda Çağdaş’ı anarken de IŞİD’i unutmayacağımızı biliyorduk. Onlarca enternasyonalist devrimci kadın ve erkek arkadaşımız, dostumuz, yoldaşımız, sevdiğimiz, IŞİD ile mücadelede hayatını kaybetmişken, kimseden IŞİD’i unutmama dersi almaya ihtiyacımız yok. Çünkü bu topraklarda kimileri sosyalizm adına milliyetçiliği öne çıkararak, emperyalist paylaşım savaşında ölen ‘Çanakkale şehitlerini’ anar kimileri de 8 Mart feminist gece yürüyüşlerinde enternasyonalist bir dayanışmayla IŞİD’e direnen kadınlara selam gönderir… Herkesin tarafı bellidir… 


[i] https://www.ilerihaber.org/yazar/yeni-bir-donemde-elestiri-ve-oz-elestiri-uzerine-notlar-157793

[ii] Detaylı erkek şiddeti ile mücadele tarihi için bknz. http://www.sosyalistfeministkolektif.org/kampanyalar/istanbul-feminist-kolektif/kadn-cinayetlerine-isyandayz/kad-n-cinayetlerine-isyanday-z-kampanyas/

[iii] http://www.sosyalistfeministkolektif.org/eylem-etkinlik/feministler-ve-platformlarla-eylemler/basin-aciklamasi-kadinlarin-kurtaj-hakkini-tartistirmiyoruz/

[iv] Evet ya kendi yazımı referans veriyorum feminist gece yürüyüşü tarihi için maalesef çünkü aklıma ilk gelen o https://kadineki.com/detay/feminist-gece-yuruyusu-yirminci-yilinda/

Paylaşın