Sera Yelözer, Umut Yazıları

Feminist mücadelede “norm belası” – Sera Yelözer

Maalesef bir yazı daha “bir süredir sosyal medya üzerinden yürüyen TERF, feminizm, transfeminizm ve transaktivizm tartışmalarına dair” diye bir girişle başlıyor. Türkiye’de feminist harekete, sınıfsal ve kimliksel kesişimsellikleri kendi içerisinden kavramsallaştırarak teorize edebilmesi için müthiş bir fırsat sunan, bunun üzerinden sokağa, hayata değen, düşük düzey bir aktivizmi boyutlandırarak aştırabilecek, hatta militan bir mücadele hattına evriltebilecek bu tartışmaların bir üslup ve yöntem sorunu olduğu aşikâr. Keşke birlikte mücadelenin nasılına ve yöntemlerine dair bir araya gelerek yeni bir manifestoyla çıksaydık bu tartışmadan; içinden geçtiğimiz momentte kadın hareketinin ve LGBTİ+ hareketin sokakta, hayatı durdurarak ve hesap sorarak, birlikte mücadele etmesi gerektiği—en azından birçoğumuz için—gün gibi açık. Fakat geldiğimiz noktada “transfeminizme/kimlik politikasına karşı maddeci feminizm” gibi bir sığlığa hapsedilmeye çalışılan bu tartışma, bazı kavramların önemini, cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin “maddeciliğin” yüzeysel bir kavrayışı sonucunda nasıl tanımlandığının bizi teorik ve politik olarak aştığımızı sandığımız ne tür çıkmazlara götürdüğünü vurgulamak gerektiğini düşündürdü.

Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet: kısa bir tarihsel bakış

Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsellik ve bu üç kavramın toplumsal düzlemde farklı bireylerce nasıl tecrübe edileceği, güç ve ideoloji ile ilişkili, iktidar tarafından belirlenen bir olgudur. Bugün modern Batı toplumlarında norm olan ikili toplumsal cinsiyet sistemi, modern tıp biliminin cinsiyet spektrumunda “dişi” olarak tanımladığı bireylere kültürel olarak “kadınlık”, erkeklere ise “erkeklik” rolleri atfeder. Bu şekilde, kadınlar ve erkekler, çeşitli roller ve kimlikler kazanarak toplumsal bireyler haline gelirler. Yaşadığımız toplum içerisinde bireyleri “nötr” varlıklar olarak görmeyiz. Bunun sebebi, iktidarın toplumsal cinsiyete dayalı normları ve bu normlar etrafında tanımlanan maddi dünyadır. Geleneksel bir yaklaşımla, bireylerin biyolojik düzlemde tanımlanan cinsiyetlerine dayalı olarak, toplumsallaşma süreci içerisinde, kültürün içinde edinilen kadın ve erkek olma özelliklerini anlatan bir kavram olarak tanımlanan toplumsal cinsiyeti, bugün nasıl tanımladığımızı yeniden ele almak gerekmekte. Ancak şimdi, modern toplumların toplumsal cinsiyeti neden kadın-erkek ikiliği üzerinden ele almayı tercih ettiğine bakalım.

Cinsiyet, bireylerin fiziksel, biyolojik özellikleri ile ilişkilidir ancak kültürel olarak tanımlanır, şekillendirilir, dönüştürülür. Cinsiyetin kültürel olarak inşası, cinselliği de kapsar. Cinsiyet ve cinsellik, bireylerin bedenlerinin nasıl işlemesi ve neye hizmet etmesi gerektiği üzerinden, politik ve ideolojik olarak yapılandırılırlar. Cinsiyet ve cinselliğin farklı biçimleri biyokültürel koşullarca belirlenir, öğrenilir. Bir kişinin birden fazla dili konuşması nasıl mümkünse, aynı yaşam döngüsünde birden fazla cinsiyet ve cinsellik biçiminin tecrübe edilmesi de bir o kadar mümkün ve doğaldır. Ancak kimi toplumsal bağlamlarda, örneğin anadilin reddinde gördüğümüz gibi, norm olan tek dilin konuşulmasıdır. Tek dil, ulus devletin sürekliliğine hizmet eder. Benzer şekilde, cinsiyetin ve cinselliğin nasıl, hangi sınırlar dahilinde tecrübe edileceği de çocukluktan itibaren “doğal” olanın bu olduğu empoze edilerek dayatılmaktadır. Patriyarkal kapitalist toplumlarda kadın-erkek spektrumuna hapsedilmiş cinsiyet ve cinsellik pratikleri de norm olana hizmet ettiği için makbuldür. Bu sistem, cinsiyet ve cinselliğin kadın-erkek karşıtlığı üzerinden belirlenmeye başladığı dönemlerden itibaren modern toplumlarda aşağı yukarı benzer şekilde işler. Cinsiyetin iki farklı beden ve iki farklı genital organ—penise sahip erkek bedeni ve bu organa sahip olmayışı üzerinden tanımlanan, doğurgan kadın bedeni—ekseninde tanımlanmaya başlamasıyla birlikte, bu iki kategori dışında kalan farklı cinsiyetler de doğal olana aykırı, sapkın, hasta, engelli olarak tanımlanmaya başlamıştır.

18. ve 19. yüzyıllardan itibaren kadınlar ve erkekler arasındaki cinsiyet farklılıklarına vurgu yapan ilk çalışmalar, bu farklılıkların biyoloji temelli olduğunu, bu farklılıkların da ilk toplumsal iş bölümüne temel hazırladığını önermekteydi. Bu yaklaşım şu formülasyonu sunar: erkekler fiziksel özellikleri itibariyle daha zor, güç gerektiren işleri üstlenir. Kadınlar ise fiziksel olarak daha zayıf varlıklardır, çocuk doğurma, çocuk bakımı gibi görevlere sahiplerdir. Bu sebeple erkeklerin kamusal, kadınların ev/hane çevresinde örgütlenen yaşamları vardır. Bu yaklaşım kökenlerini, modern Batı toplumlarının da düşünsel temellerini atan Aydınlanma felsefesinde bulur. Toplum, Aydınlanma felsefesine göre, belirli karşıtlıklar üzerinden işlemektedir: doğa/kültür, barbar/aydın, zihin/beden, kadın/erkek. Toplumsal ilerlemenin esas belirleyicisi ise “ergin bireyler” olan, vatandaşlık hakkına haiz entelektüel erkeklerdir. Bu dönemde, kadınlar ve erkekler arasındaki biyolojik farklılıklar ilk kez bilimsel anlamda tanımlamaya, bu şekilde yaşamın yaratımı/yeniden üretimi açıklanmaya ve burada kadınların biyolojik yeri vurgulanmaya başlar. Bu “masum” görünen arayış ve açıklama, aslında modern devletlerin kurumsallaşmaya başlamasıyla birlikte, cinsiyetin ve cinselliğin denetim altına alınması, sabit bir şekilde tanımlanması, medeni hukuk içerisinde sınırlarının çizilmesi gereken bir şey haline gelmesiyle ilişkilidir. Artık herkes için tek bir cinsiyet kimliği belirlenir ve cinsiyet, toplumsal denetim altında daha da baskılanan bir kavram olur. Bunun diğer temel sebebi, aynı dönemde endüstrileşme ve kapitalizmin yaygınlaşmasıyla birlikte kadınların ücretsizleşen domestik işgücü ve üretime katılan erkeklerin ücretli emeği arasındaki ayrımın ideolojik olarak “normalize” edilmesi gereğidir. Kadınların ücretsiz emeği, “biyolojilerine bağlı doğal görevleri” olarak tanımlanırken, bu atfedilmiş rol, erkeklerin her gün hanede bakım görmesini sağlayarak üretime katılımlarını güvence altına almıştır. Böylelikle, kadınlar ve erkekler üzerinden yaratılan ikili toplumsal cinsiyet sistemi, kapitalist sistemi sürdürülebilir kılmış, norm olan, “biyolojilerinin gereği” olarak üreyen ve yeniden-üreten kadınlık rolleri ile kamusal alanda üretime katılan erkeklik rolleri olmuştur.

Bu dönemden itibaren, ikili cinsiyet sisteminin insan türünün varlığının devam edebilmesi için tarihsel ve doğal bir zorunluluk olduğu önerilir. Kadınlık ve kadın bedeni, erkekliğin ve erkek bedeninin eksik ve ona bağımlı fakat ondan farklı bir versiyonu olarak görülmektedir. Bu ikili karşıtlık dışında kalan tüm cinsiyetler sapkın ve tehlikelidir. Norm olan ise biyolojik kadınlar ve biyolojik erkekler, bu norma uygun şekilde tecrübe edilen kadınlıklar ve erkekliklerdir. Biyolojik cinsiyet ve ikili cinsiyet sistemi, tam da patriyarkal kapitalizmi var edecek bu dinamikler üzerine inşa edilmiş bir kavramdır. Bugün biyolojik cinsiyeti kadın-erkek karşıtlığı üzerinden, vajina sahipliği, regl olabilmek ve doğurganlık ekseninde tanımlamak, hem patriyarkal kapitalizmin halihazırda norm dışı ilan ettiği tüm ezilen cinsiyetleri ötekileştirmeye hem de patriyarkal kapitalizmin varoluşsal dinamiklerini beslemeye hizmet eder.

Bir spektrum olarak cinsiyet

Cinsiyet, evet, biyolojimizle ilişkilidir. Ancak biyolojik özelliklerimizin nasıl tanımlandığı da ideolojiktir. Nasıl ki cinsiyetin toplumsal olarak yapılandırılışı aslında ikili cinsiyet sistemini aşıyorsa, fakat bunu ikili cinsiyet sistemine hapseden patriyarkal kapitalizmin kendisiyse, biyolojik cinsiyetin kadın-erkek ikiliğine hapsolmasından faydalanan, spektrumun diğer boyutlarını norm dışı, sapkın, tehlikeli gören ve bunu empoze eden de patriyarkal kapitalizmdir. Birçok bireyin bedeni, “kadın” veya “erkek” olarak tanımlanan fizyolojik özelliklerin bir kombinasyonunu taşır. Norm olarak bizlere öğretilen, XX kromozomlarını taşıyanların kadın, XY kromozomlarını taşıyanların erkek olduğu ve cinsiyeti oluşturanın yalnızca bu iki farklı kombinasyon olduğudur. Ancak gerçekte, insanlar XXY, XYY, X, XXX gibi farklı kombinasyonlarda kromozomlara da sahip olabilirler. Bu farklı kombinasyonlar, farklı cinsiyet özellikleri taşıyan bedenler meydana getirir. Bu bedenleri norm dışı ilan eden, biyoloji değil, tıp biliminin ürettiği bilginin nasıl kullanılacağına karar veren ideoloji ve iktidardır. Bunu örneklendirmek için farklı kültürlere bakabiliriz. Örneğin, Hindistan’da kendilerini “ne kadın ne erkek” olarak tanımlayan, üçüncü bir cinsiyet kategorisini oluşturan hijraların cinsiyet kimlikleri, kültürel, sosyal, ekonomik bir seçim değildir: biyolojileri tarafından belirlenir. Toplum içerisindeki yaşamları, tecrübeleri ve konumları, hijralar için cinsiyeti toplumsal hayat içerisinde inşa edilen bir şey haline getirir. Trans kadın ve erkekler için de geçerlidir bu. Fakat söylemimizi, yalnızca kadın ve erkek bedenlerinin biyolojilerinin “var olduğu” üzerinden kurgularsak, bu spektrumu görmezden gelmiş, gerçekte olanı inkâr etmiş, heteroseksizmin ve patriyarkal kapitalizmin normlarına teslim olmuş oluruz. Maddeciliği heteroseksist patriyarkal kapitalizmin çarpıttığı ve “bilimsel bilgi” olarak sunduğunun ötesine geçerek var edebiliriz ancak, egemenlerin bilgisini gerçek kabul edip buna hizmet eden söylemler kurarak değil.

Penis sahipliği vs. yumurtalık sahipliği

Süregiden tartışmalarda iki örnek çok çarpıcıydı. Tartışmayı elbette kişilere ve kişilerin söylemlerine hapsetmek derdinde değilim, fakat, derdimi anlatmak adına yol açıcı buluyorum bu iki örneği. Birincisi, penis sahibi bir trans kadın ile aynı mekânda bulunup bu penisi gören, tecavüzden hayatta kalmış bir kadının travmalarının nasıl tetikleneceğiydi. Bu bana aslında “erkekliğin” bedende olduğu kadar zihinde yer ettiğini, ideolojik kodların zihinlerimize ne denli işlemiş olduğunu düşündürdü. Karşımızdaki trans kadının kadınlık tecrübesine, kadınlık beyanına/kimliğine, yani bir bütün olarak “kadınlığına” inanmadığımız oranda, sahip olduğu penis bize “erkekliği” çağrıştıracaktır. Bu inanmama, reddetme hali, patriyarkanın bizlere öğrettiği kodlarla verdiğimiz savaşta, patriyarkanın bulduğu çatlaklardan sızmasının sonucudur belki de? Naifçe anlatmaya çalışıyorum çünkü birlikte yürünecek uzun bir yol olduğuna inanıyorum hala. Fakat bu çatlaklarla, çatlaklardan sızanlarla yüzleşelim ki söylemimiz transfobiyi beslemesin. Çünkü niyet dışı olsa bile beslenen transfobi can alıyor. İkinci örnekte ise sanıyorum ki karşısındakinin “penis hasedine” benzer bir “tam kadın olma hasedi” taşıdığını düşünen biri—bu sebeple değilse neden, bunu da merak etmekteyim—ona “yumurtalıklarını hediye etmeyi” teklif etti. Burada “kadınlık”, “yumurtalık sahibi olmaya” yani doğurganlığa, yani patriyarkal kapitalizmin kadınlara biçtiği norm olan role hapsediliyor. Bu yaklaşım, doğurgan ol(a)mayan tüm kadınları “yumurtalık/doğurganlık hasreti çeken” veya “kadın olmayan” gibi bir yere konumlandırarak ötekileştirmekten ve yine patriyarkal kapitalizmin tüm ideolojik temellerine argüman sağlamaktan başka hiçbir şeye hizmet etmez. Oysa bizim, doğuran, doğurmayan, doğuramayan, regl olan ve olmayan, penis sahibi veya değil, kendisini kadın olarak tanımlayan, kendisini bu şekilde tanımladığı için şiddet gören, tecavüze uğrayan, öldürülen, spektrumun bir ucundan diğerine hep birlikte yürüyecek bir yolumuz var.

***

Heteropatriyarka baskı kurarken ve öldürürken ayrım gözetmiyor. “Yumurtalık sahibi” ve “penissiz” kadınlar heteropatriyarka tarafından “tam kadın” kabul ediliyor olabilir, ancak varlığı için bir tehlike. Fakat “yumurtalık sahibi olmayan” ve “penisli” kadınlar da heteropatriyarkanın varlığına karşı en az o kadar tehlikeli. Bu yüzden, evde aile tarafından veya seks işçiliği yaptığımız sokaklarda varlığımızdan hoşnut olmayanlar tarafından öldürülürken birlikteyiz. Üzerimizdeki sınıfsal ve patriyarkal sömürü katmanlı, çok boyutlu ve asimetrik olabilir. Bunu görerek, buna karşı birlikte nasıl mücadele edeceğimizi düşünmeliyiz; çünkü sığ bir maddecilik tanımı üzerinden bir diğerimize “anti-materyalizm” atfetmek, kendimizi hiyerarşik bir şekilde “maddeci feminizmin temsilcileri” olarak ilan etmekten başka bir şeye hizmet etmiyor. Elbette biliyoruz ki transfeminizm de sınıfsal. Türkiye’de kamusal alanda ilk eylemliliği 1 Mayıs gibi bir günde olan, bu eylemliliği politik bir eşik olarak tanımlayan LGBTİ+ hareketinin sınıfsallığını ve mücadele içerisindeki politik özneliğini, metinlerde kavram dedektifliği yaparak biz mi tayin etmeliyiz? İkili cinsiyet sistemi dışında yer alan tüm cinsiyetleri norm dışı ilan eden, sürdürülebilirliğinin çekirdeği olan “aile”ye, çekirdek aileden başlayarak tüm topluma yayılan normlara karşı bir tehdit unsuru olarak gören, heteropatriyarkanın ve kapitalizmin ta kendisi. Transfeminizm de bunun tam karşısında konumlanan bir politik hareket. Bunu görmeye “maddecilik” örtüsü altına sakladığımız Aydınlanmacı zihinlerimizi açarak başlayalım. Heteroseksist, patriyarkal kapitalizmin şimdiye dek zihinlerimize kodladığı tüm normları reddedelim, buna “maddeci” olduğu iddia edilenler dahil.

İllüstrasyon: https://katecostigan.com/

Paylaşın