En Çok Okunanlar, Umut Yazıları

Editörden I Faşizme karşı olmak ve faşizme karşı direnişi “Kınamak”

Türk devletinin kendi yasaları çerçevesinde gerçekleştirilen seçimlerin ezilen ve sömürülenlerin siyasi temsilcileri açısından ne tür eşitsizlik ve adaletsizliklerle dolu olduğu iyi bilinir. Tüm bunlara rağmen ezilenlerin ve sömürülenlerin siyasi temsilcileri seçimlere katılır ve başarı mı elde ederler? Bunun sonuçları da iyi bilinir. Hapishaneler seçimlerde başarı elde etmiş ezilen ve sömürülenlerin siyasal temsilcileriyle doludur. Hapishaneler temel demokratik ve ulusal hakları için mücadele eden Kürt yurtseverleriyle doludur. Daha iki gün önce hasta tutsak Yılmaz Özalp’ın tedavisi zamanında gerçekleştirilmediği için hapishanede yaşamını yitirdiği haberi basına düştü.

En temel hakları için mücadele eden on binlerce devrimci, yurtsever hapishanelerde baskı ve işkence altındadır. Tedavisi yapılmayan hasta tutsaklar devlet tarafından bilinçli olarak katledilmektedir. İnsanlık dışı çalışma koşullarında sefalet ücretine çalıştırılan işçiler başlarını kaldırdıklarında polis şiddetiyle yüz yüze gelmektedir. Kadın işçiler yerlerde sürüklenmekte bayılana kadar dövülmektedir. Faşist iktidara küçük bir eleştiri yapan burjuva düzen muhalefeti yanlısı gazeteciler dahi tehdit altında, bir kaçı diğerlerine örnek oluşturması için hapishanededir. Ağacına, toprağına sahip çıkan köylülerin, kendi cinsel yönelimi doğrultusunda yaşamak isteyenin karşısında azgın bir polis şiddeti vardır.

AKP-MHP faşist iktidarı bütün ülkeyi, içi ucuz işgücü dolu bir açık hava hapishanesine dönüştürüp bunu emperyalist-kapitalist dünyaya pazarlama hedefiyle nefes almadan çalışmaktadır. Kürt halkının özgürlük mücadelesinin gelişme gösterdiği her yer Türk devletinin saldırısı altındadır. Rojava’da, Güney Kürdistan’da suikastlar, bombalamalar gündelik hale gelmiştir. Yeni işgal tehditleri her gün yinelenmektedir. Kürt halkına sıkılan her kurşun, yağdırılan her bomba ülke emekçilerine zam yağmuru olarak dönmektedir. Faşist iktidarın ekonomik krizin yükünü emekçi halk sınıflarının sırtına yükleme tercihi nedeniyle bir yoksullaşma saldırısı hız kesmeden devam ediyor.

Emekçiler uzun ve ağır çalışma saatlerinin ardından ailesine ekmek götüremiyor, emekçilere gösterilen adres tarikat yurtları, tarikat yemekhaneleridir. Devletleşen gerici tarikat ağlarıyla emekçiler her yönden kuşatılmaya çalışılıyor. Her faşist iktidarın zamanın koşullarına ve ülkenin tarihsel-kültürel yapısına göre şekillendirdiği sosyal ağlar emekçileri, küçük-burjuvaziyi içeriden kuşatarak devlet aygıtına eklemler. Bu mekanizma ülkemizde adım adım hayata geçirilmeye çalışılıyor. Ezilen ve sömürülenlerin itaatkar kılınmasında devletin faşist zoru ve örülen sosyal ağlar bir tamamlayıcılık ilişkisi içinde hareket ediyor.

Ezilen ve sömürülenler için 1 Mayıs Marşında ifade edildiği gibi, “günlerin bugün getirdiği baskı, zulüm ve kandır” ve “ancak bu böyle gitmez”. Böyle gitmemesinin yolu ezilen ve sömürülenlerin kendi öz örgütlülüklerini yaratmaları, birleşmeleri ve mücadele etmeleridir. Peki bu nasıl olacaktır? Bunun için ezilen ve sömürülenlerin tümünün mücadelesini bir merkezde birleştirecek, farklı parçaları uyumlu bir bütünlük haline getirecek bir siyasi örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Bu merkezi örgütlenme ancak düşmanın her tür saldırısına her tür araçla karşı koyabilecek yetenekler geliştirebilirse, karşı-devrimin tüm araçları karşısında ezilen ve sömürülenlerin devrimci iradesini temsil edebilirse başarı kazanabilir.

Kapitalist toplumda egemen sınıfın keskin kılıcı olarak devlet silahlı şiddet uygulama tekeline sahiptir. Geniş halk sınıflarının silahsızlandırılması ve egemen sınıfın düzeninin gerektiğinde devlet şiddetiyle savunulması aynı sürecin ürünü gelişmelerdir. Bu işlevinden dolayı egemen sınıfın baskı aygıtı olarak devlet sürekli olarak tahkim edilir, yeni yetenekler kazanması için yoğun çaba harcanır. Bu eğilim ülkemiz pratiğinde çok net gözlenebilir. Orduya, polise, istihbarat örgütlerine ve devlete göbekten bağlı mafya-çete örgütlerine akıtılan devasa kaynaklar bu eğilimin en net göstergeleridir.

Ülkemizdeki faşist iktidarın en büyük kaynakları devletin baskı ve şiddet aygıtlarına aktarması kuşkusuz eşyanın tabiatı gereğidir ancak iktidarın savaş politikaları bu duruma özel bir boyut kazandırmaktadır. Türk devleti Suriye ve Irak’ta işgalci konumunda bir savaş yürütmektedir. Savaşın hedefi Kürt halkının demokratik ve ulusal haklarını elde etmesini engellemektir. Halkın çocuklarının ihtiyaç duyduğu gıda maddeleri sağlanmamakta, kaynaklar bir avuç savaş ağasının cebine akmaktadır.

Faşist iktidar yıllardır “terörün belini kırdık”, “bitirdik” propagandasıyla gerçeklerin üzerini örtmeye çalışmakta, sahte zaferler icat etmekteydi. “Belini kırdık”, “bitirdik” dedikleri Kürt halkının özgürlük mücadelesiydi. Kürt halkının özgürlük mücadelesi köklü bir tarihe sahip bir halkın haklı bir mücadelesidir. Devlet zoruyla bitmez. Gerileyebilir, zayıflayabilir ancak tarihsel ve sosyal temelleri itibariyle hep yaşar kalır. 12 Eylülün zindan karanlığında nasıl kendini yeniden yaratmışsa, Kürt halkının kitlesel kalkışmaları olan Serhildanlarla nasıl daha güçlü mevziler kazanmışsa, Rojava’da nasıl küllerinden doğmuşsa daha ilerisini üretme potansiyeline sahiptir.

Kürt Özgürlük Hareketi Türk devletinin “çöktürme planı” olarak adlandırdığı saldırılarına karşı her yerde direnişini devam ettiriyor. Diz çökmüyor. Direnişi devam ettirirken sürekli olarak da adil ve onurlu bir barış talebini dillendiriyor. Daha önce defalarca görüldüğü gibi, Kürt Özgürlük Hareketi daha fazla kan akmaması yönündeki hassasiyeti nedeniyle çeşitli dönemeçlerde barış yönünde önemli adımlar attı. Her defasında attığı adımların karşılığının tasfiye girişimi olduğunu gördü. Adil ve onurlu bir barış için adımlar atanlara her defasında yanıt başlarına yağdırılan bombalar oldu.

Kürt Özgürlük Hareketi savaşçılarının Ankara’da İçişleri Bakanlığı’na yönelik eylemi sonrası ortalık bir kez daha manipülasyon ve çarpıtmalarla kaplandı. Son yıllarda tüm propagandalarını “bitirdik”, “yok ettik” üzerine kuran faşist iktidar sözcüleri panik içinde eylemle ilgili her türlü bilgiyi engelleme hamleleri yaptı. Bunda şaşılacak bir şey yoktu. İçişleri Bakanlığı Milli İstihbarat Teşkilatı ve Ordu ile birlikte halka karşı yürütülen savaşın merkez üslerinden biriydi. Savaşçılar çok iyi korunduğu iddia edilen bu alana saldırmıştı. “Biten”, “tükenen” güçler savaş makinasının merkez üslerinden birini vurmuştu. Bekleneceği gibi, “son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar” bağırışları eşliğinde Güney Kürdistan’a yönelik hava saldırıları başladı. Ardından Kürt Özgürlük Hareketinin çeşitli siyasi ve kültürel kurumlarında faaliyet gösterenlere yönelik gözaltı operasyonları geldi.

Doğrudan önemli bir askeri hedefe yönelmiş bu eylem karşısında faşist iktidarın paniği ve tutumu normaldi. Faşist iktidar eylemin yarattığı etkinin önemini biliyordu ve bu nedenle tüm ideolojik aygıtlarıyla karşı propaganda faaliyetlerine yoğunlaştı. Türkiye’deki devrimci-demokratik kurumların eylem karşısındaki tutumları genel olarak “kınama”, “terörün her türlüsüne karşı olma” şeklindeydi. Oysa eylem tümüyle askeri bir hedefe yönelikti; son aylarda Güney Kürdistan’da işgal girişimleri yeni boyutlar kazanmıştı, Rojava’da suikast ve bombalamalar gündelik hale gelmişti, yani savaş ivme kazanmıştı. Terör değil çok cepheli bir savaş vardı. Eylem yapılan mekan her alanda saldırılarını arttıran tarafın ana üslerinden biriydi. Eylemi “kınayanların” aynı zamanda barış çağrıları yapanlar olmasıysa durumun garabetini gösteriyor.

Barış çağrıları savaşın sonlanması için yapılıyor. Bir savaşın varlığı kabul ediliyor. Savaşın tarafları var. Bir taraf her süreçte barış için adımlar atıyor, esneyebileceği ölçüde esniyor ve her defasında tasfiye girişimleriyle karşılaşıyor. Meselenin özü, Kürt halkının özgürlük arzusuna karşı yürütülen haksız bir savaşta yatmaktadır. Haksız bir savaşa maruz kalan ve ağır saldırılar karşısında kendi varlığını koruma mücadelesi veren bir halkın fedai evlatlarının eylemini faşist iktidarın saldırılarıyla aynılaştırmak en hafifinden aymazlıktır. Haksız bir savaş söz konusu olduğunda, devrimci-demokrasinin tutumu amasız, fakatsız ezilen halkın tarafında yer almaktır.

Ankara eylemi vesilesiyle dillendirilen bir başka iddia, bu tür eylemlerin siyasal alanı daraltmasıdır. Burjuva siyasal düzlemden başka bir alana gözlerini tümüyle kapatmış olanların bu tür argümanlar öne sürmesi normaldir. Normaldir ancak aynı unsurlar “otoriter tek parti rejiminde hukukun kırıntısının bile kalmadığını, özgürlüklerin bütünüyle yok edildiğini” de sık sık dile getirmektedir. Siyasal alanda faaliyet yürütenlerin on binden fazlası hapishanededir. Siyasal alanda faaliyet yürütenlerin sürekli olarak gözaltına alınıp işkenceye uğraması sıradanlaşmıştır. Siyasal alan varlığını esas olarak diğer alanlarda uzun yıllar boyunca yürütülen kararlı mücadelelere borçludur.

Egemen sınıfın devletinin şiddet tekelinin kırılması devrimci-demokrasinin öncelikli hedeflerindendir. Eğer egemen sınıf hakimiyetini zor ve şiddet aygıtlarıyla güvenceye alıyorsa, bu güvencenin yok edilmesi ezilen ve sömürülenlerin mücadelesinin önceliklerinden olacaktır. Toplumsal mücadeleler tarihi bu yalın gerçeği tüm yönleriyle ortaya koymaktadır. Ankara eylemi karşısında faşist iktidarın ve sözcülerinin tepkileri konumlarına uygundur. Onlar herkese itaati dayatıyorlar. Bunun için her türlü aracı kullanıyorlar. İtaat etmeyenler, boyun eğmeyenler var. Ağır bedeller ödeyerek boyun eğmeyeceklerini haykırıyorlar. Faşizme karşı direniş vardır, gelişecek ve zaferi kazanacaktır. Ankara eylemi faşizme karşı gelişecek direnişin önemli bir kilometre taşı olmaya adaydır.        

Paylaşın