En Çok Okunanlar, Gündem, Slider, Umut Yazıları

Editörden | Durum ve Doğrultu

Bölgedeki gelişmelerin hızına yetişilemiyor.

Küresel konjonktürün önemli bir ağırlıkla Ortadoğu’ya yığılacağını, bu sütunda seçim süreci boyunca yapılan değerlendirmelerde belirtmiştik. Bu tahmin, içinde bulunduğumuz 3. Emperyalist savaş konjonktürünün güncel gelişmelerine yaslanmaktaydı. ABD önderlikli Nato güçleri Ukrayna savaşındaki çaresizliklerini Rusya’ya karşı ikinci bir cephe açarak aşmayı uzun bir zamandır gündemlerine almış durumdalar. Polonya hattından Moldovya’ya, Kafkaslardan Ortadoğu’ya bu arayış çeşitli yoklamalarla sürüyor. En nihayetinde İran, böyle bir cephe hattının en önde gelen adaylarından olduğu için emperyal savaşın nasıl bir yayılım göstereceği, esas olarak Türkiye’nin siyasal salınımının nasıl olacağına dair daha kesinlikli sonuçlar elde etmeyi gerektirmişti. Seçimler bu momenti oluşturdu.

Üçüncü savaşın Donbass’tan Basra körfezi’ne kadar uzanan cephe hattının tam ortasındaki jeostratejik konumu itibariyle Türkiye, emperyalist kapitalist dünyanın Doğu’ya doğru yayılımında stratejik bir basınç alanı oluşturabilirdi. Seçim sonuçları, uluslararası emperyalizmi ve burjuva muhalefeti hayal kırıklığına uğrattı. Ülkenin iktidar bloğunun Millet İttifakı üzerinden doğrudan finans kapitalizm eksenli yeniden yapılandırılması tasarlanıyorken yeni oligarşik denge, cumhuriyet kapitalizminin özgünlükleri içinde kendini var eden devlet sınıflarının ağır bastığı bir siyasal şekillenmeyle ortaya çıktı.

Seçim sonrası kurulan özellikle mali yönetim Erdoğan’ın başkanlığında ama 20 yıllık iktidarı boyunca uyguladıklarını askıya alan bir politika izlemeye başlayınca siyasal yapıdaki örtük değişim giderek daha çok göze görünür olmaya başladı.

Erdoğan, iktidarda kaldığı sürece faizin yükselmeyeceğini haykırırken şimdilerde sene sonu faiz oranının %40’a varacağı konuşuluyorsa “tek adam iktidarı” diye dillendirilen yapının bir yanına tayin edici ağırlıkta bir gücün oturmuş olduğu açıktır. Artık proletarya ve ezilenler adına sadece “tek adam rejimi”ni karşısına alan politikaların kapsam yetersizliği ve zaafı daha kolay görülebilmelidir.

Merkez Bankası’nın eksi 45 milyarlık kasasının yanı sıra giderek büyüyen cari açık ve enflasyon rakamları çoktandır tekelci burjuvaziyi bu tarz politikaların arayışına sürüklemekteyse de sermayenin yeniden üretiminde talan ve ranttan başka bir yol bilmeyen bezirgân ekonominin bu dönemde klasik tekelci kapitalist normlara doğru yönelişi siyasal yapıya bir iç müdahalenin yapıldığını gösteriyor.

Başlangıçta bu gidiş yerel seçimleri hesaba katan AKP/RTE inisiyatifinde geçici bir yönelme olarak yorumlandıysa da özellikle son Amerika seyahati öncesinde yaptığı açıklamalarla RTE’nin mali dizginleri büyük çapta Mehmet Şimşek yönetimine ve onun mali politikalarına alan açan devlet sınıflarına bıraktığı daha anlaşılır oldu.

Bir işlerlikten ziyade sermayenin yeniden üretim tarzına ilişkin iktisadi ve hukuki çerçevelere dair bir niyet bildirimi olarak okunması gereken OVP, bu gelişmeyi daha da netleştirdi. Kimi siyasal iktisatçılar mali süreçteki gelişmeleri ve özellikle bu gelişmeler üzerindeki Morgan Stanley adlı finans kurumunun denetimini “IMF’siz IMF rejimi” olarak adlandırmayı tercih ediyorlar. Oysa M. Şimşek yönetiminin talep enflasyonuyla baş etmeye çalışan ağır aksak gidişi elbette IMF’nin keskin programlarının ve açık dikta yönetimlerinin henüz uzağındadır ama hem devlet bekasını esas alan devlet sınıflarının hem de finans kapitalizmin Türkiye’nin önüne koyduğu program tam da budur. 50 milyar dolarlık cari açık, yıllık rutin dış borç ödemesi 150 milyar olan bir ülkenin, hele KKM adı altında döviz karşılığı tefeciliği beslemesinin maliyetinin 100 milyar doların üstünde olduğu koşullarda sene sonu enflasyonunu %65 olarak saptayıp %30 politika faiziyle iktisaden ayakta kalmasının koşulu yoktur. Hele ki kendisi derin bir borç krizi içinde olan Amerikan finans kapitalinin FED eliyle kronik bir yüksek faiz politikası içine düştüğü bugünkü koşullarda. Türk ekonomisine hızla 50 -80 milyar dolar arası dış finansmanın girmesi gerekmektedir ve böyle bir girdinin %40 civarında bir devalüasyon demek olduğu hesaplanmaktadır. Ülke tarihinde bu tarz yüksek devalüasyon trendleri, oligarşik diktatörlüğün geleneksel olarak daha baskıcı siyasal tarzlara, yani sömürge faşizminin açık tarzlarına yöneldiği dönemlerdir.

Ülkenin ekonomik devinimini yeniden başlatabilmek için gereken sermaye tedarikinin IMF tarafından sağlanabileceği ve bu sermayenin yönetiminin onun siyasal baskı ve yönetiminin IMF ve keza onun açık siyasal baskı araçlarıyla mümkün olabileceği ortadadır. Aslına bakarsanız bu kurgu esas olarak neoliberalizmin soğuk savaş ve yeni sömürgeci pazar hâkimiyeti koşullarına aittir. Ancak dünya yeni bir emperyalist savaş konjonktüründedir. Emperyalist dünya içinde bulunduğu bunalımı yönetmek ve içinden çıkabilmek için artık BlackRock gibi ultratekel merkezileşmeler ve hybrid ya da doğrudan askeri müdahalelerle yeniden sömürgeci ultra emperyalist dünya oligarşisi yaratmanın imkânlarını aramaktadır. İkinci savaşın IMF, IBRD gibi kuruluşları bu küresel oligarşik hâkimiyetin oluşturulması için çalışmaktadırlar. Dolayısıyla önümüzdeki dönem karşımıza, stand by anlaşmaları ya da Kemal Derviş türü müfettişlerin ötesinde hegemonya ilişkileri çıkarabilecek olsa da emperyalizmin sömürgeci hegemonyası en yalın haliyle birinci paylaşım döneminden bildiğimiz Düyun-u Umumiye tahakkümünden başkası olmayacaktır.

Bütün bu göstergeler ülkenin sadece bugünkü iktisadi gidişine değil, yerel seçimler ve sonrasındaki olası politik gidişe de dair bir bakış geliştirebilmemiz için oldukça yeterlidir.

Süreç, seçimlerde tam ortasından ikiye bölünmüş bir toplumsal yapıyı bir devletin bekası için finans kapitalizmin egemenliği altında yeterli bir bütünlüğe kavuşturana kadar, yani egemenler toplumu eskisi gibi yönetme kabiliyetlerini yeniden sağlayana kadar kendini kendi karakterinde yalınlaştırarak gelişecektir. Devlet sınıflarının küresel savaş konjonktüründeki temel motivasyonları bu olacaktır. Mafya çetelerinden yerel seçimlere kadar bütün burjuva siyasal gündem tümüyle bu sürecin tezahürleridir.

Bu bağlamda günceldeki siyasal ve iktisadi gidişi “IMF’siz IMF politikası”ndan ziyade “Erdoğan’lı bir Erdoğan sonrası süreç” olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Bu gelişme temel niteliğiyle uluslararası finans kapitalizmin istediği iktisadi doğrultudadır ancak, yeni oligarşik dengenin belirleyici ögesi olarak devlet sınıflarının, tıpkı RTE döneminde olduğu gibi, uluslararası emperyalizm karşısındaki özerk tutum ve politikaları da bizi şaşırtmamalıdır.

Bu parantezde, oligarşinin önümüzdeki yerel seçimleri AKP’den yana bir tercihle yöneteceğini Akşener’in politik tutumundan çıkarmak mümkün görünmektedir. Aynı şekilde, CHP’nin, iç didişmeleri ve kongreleriyle bir “milli mutabakat” partisi haline gelmesi beklenmelidir.

Süreç sömürge faşizminin klasik sürecidir: bildik bütün geçerli normlarıyla finans kapitalin yeniden üretim ve birikim süreci işlerlikli kılınacaktır, yani TÜSİAD toplantılarında büyük burjuva sözcülerin öne çıkardığı gibi krediye ulaşma imkanları kolaylaştırılacak, çeteler ya da yeni türk burjuvazisinin harami tahakkümü engel olmaktan çıkarılacaktır. Finans kapital devletinin egemenliği esas alınacaktır.

Bugünkü kimi gelişmeler tıpkı Susurluk sonrasını hatırlatmaktadır; devlet sınıfları, hukuk ve zabıta kollarıyla devlet aygıtını ve iktisadi süreçleri bir iç gerilime yol açmayacak zorlamalarla çeteleşmiş birimlerden temizleme faaliyetindedirler. Olağanüstü kongresiyle AKP’de bu sürecin içine sokulacaktır. Bu iç temizlik, yerel seçimler ve CHP’de uygun düzenleme tamamlandıktan sonra sömürge faşizmi bütün gücüyle kaybettiği zamanı yakalamak için sürece asılacaktır.

Oligarşinin iç dengelerindeki bütün çürümüşlüğe rağmen kendini yeniden toparlayıp egemenliğini yeniden yapılandırabilmesi, toplumsal muhalefetin asla tehdit edici ve kontrol edilemez bir maddi güç olarak ortaya çıkmayışıyla mümkün olmaktadır. Karşı devrimin önümüzdeki süreçte de en önemli avantajı bu olacaktır.

Proletaryanın sınıf mücadelesi ve Kürt özgürlükçülüğü düşmanın daimi ve en büyük saldırı hedefi olacaktır. Sömürge demokrasisinin sınıf mücadelesine dair esneklikleri daha şimdiden saldırı altına alınıp daraltılmaktadır. Cumartesi anneleri, gazeteciler, bir film gösterisi sömürge faşizminin hedefi halindedir.

Ancak seçim değerlendirmemizde de belirttiğimiz gibi bütün bu karşı devrim atmosferine karşın, bizzat karşı devrimin kendisi aynı zamanda bir devrim iklimini de yeşertmektedir, çünkü yığınların değişim talebi, bütün moral gerilemelere karşın yeniden ve hızla yükselmeye hazır durumdadır. Ve karşı devrim, kendi çelişkileri itibariyle daralan siyasal alanında artık reformistlere ve liberallere de kendine yedek güç olmaktan başka bir imkân tanımamaktadır. Bu durum, proletaryanın ve ezilenlerin siyasal gerçeklerle daha kolay buluşmasına yol verecek, proleter devrimci öncünün yığınlara bilinç + eylem götürme faaliyetini daha etkin kılacaktır.

Proletarya ve ezilenler açısından, bu rüzgârlarla uçuşan ipliklerin bütün uçları bir tek noktada düğüm olmaktadır: öncü, siyasal çizgisi ve pratiği…

Öncü tanımından anlaşılan elbette Türkiye ve Kürdistan devrimlerinin birleşik hattı bağlamındaki eylemli yapılardır. Bütün bu yapılar, geçtiğimiz seçimlerde EÖİ çerçevesinde faaliyet yürüttüler ve seçim sonuçlarının ağır negatif etkisi altında kaldılar. Bu durum hala sürmektedir. Çıkış için yapılan girişimlerin ne sonuç vereceği henüz somut pratik manada belirgin değildir. Ancak girişimlerin iç temposunun pek de umut verici düzeyde olmadığı görülebilmektedir. Tartışmalardan, buluşmalardan çıkan sonuçlar itibariyle böyle bir değerlendirmede bulunmak mümkündür.

Ülkenin devrimci ve demokratik siyasal odakları, seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı zaafların nedenlerini ve çözümlerini Sendika.org’un açtığı bir platformda ele aldılar. İleri sürülen değerlendirmeler verili ideolojik ve siyasal açmazın üzerinde patinaj yapmanın ötesine geçemediği için geleceğe dair bir enerji açığa çıkmadı. Ama ortaya önemli bir sonuç çıktı: Reformizm, yasalcılık, kendiliğindencilik dehlizlerinde devrimi yitiren bir “devrimcilik”in sınıf mücadelesinin sorunlarını çözmeye dair söyleyecek hiçbir sözü kalmamıştır. Haliyle yapacağı da…

Değerlendirmelerde ortayla çıkan ortak kavrayış kitle bağlarının zayıflığı olarak vurgulanıyor. Çözüm,ev ev dolaşarak örgütlenmek; yani bir tür aydınlanmacılık.. Örgütlenme salt bir ilişki tarzı olarak ele alındığında zaten daha ötesi yoktur ve bu tarz, haliyle bir örgütün her günkü faaliyetidir. Her günkü faaliyetin bir taktik olarak öne sürülmesi oportünizmdir ve tartışanlara çoğunlukla uygundur. Devrimci örgütlenme sınıfa, kitleye politika ve taktik götürmekle mümkündür. Ancak bu takdirde bir ilişki tarzını bir örgüte çevirebilirsiniz. Ancak Türkiye sosyalist solunun yığınlara verili burjuva düzen içi politika ve taktiklerden ötesini götürme imkânı da pek yoktur, çünkü ideolojik ve politik olarak bu donanıma ya hiç sahip olmadılar ya da bu donanım terk edileli çok oldu. Elde kalanlar üzerinden öne sürülebilecek politik ve taktik önermeleri ise zaten burjuva partileri kendileri öne çıkarttığı için solun sözü yığınların bilinç ve davranışında karşılık bulmamaktadır.

Türkiye solu 90’lardan bu yana gelen yasalcı, kendiliğindenci, reformist siyasal zemininden kopuşmayı gündemine almadığı müddetçe ne kadar parlak ifade kalıpları kullanırsa kullansın statüko içinde debelenmekten kurtulamayacak, asla devrimin öznesi haline gelemeyecektir.

Kürt demokratik siyasetinin HDP bağlamlı çalışmalarını ele alacak olursak:

Bilindiği gibi, seçimlerde beklentilerin oldukça altında bir halk desteği gören HDP yeniden yapılanmayı gündemine aldı; halk toplantıları, konferanslar düzenledi. Gelinen aşamada, yeni dönemin partisi olarak yeniden yapılandırılmakta olan YSP bir bildiriyle elde edilen sonucu açıkladı. Bu bildiriye yapılacak esaslı bir eleştiri olmadığı geçen zaman içinde belli olmuş durumda.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken şudur ki; YSP’nin çıkardığı bu sonuç metni zaten bundan önceki HDP süreçlerinde parça ya da bütün ama bir şekilde zaten gündeme getirilmiş bir kapsamın ötesinde değildir.

O halde: HDP, bütün bu bakış ve söylem birliğine karşın bir siyasal kriz içine yuvarlandıysa, bu siyasal ve örgütsel krizden çıkmakla misyonlandırılan YSP aynı olumsuz sonuçla karşılaşmaktan kendini nasıl koruyacaktır? Anlaşılmalıdır ki, söylemin doğruluğu tek başına sorunun yakalanıp çözülmesini getirmemektedir. O halde, öngörülebilir bir gelecekte aynı sonuçları bir kez daha yaşamamak için sorun bir başka yerde, bir başka tarzda ve esas olarak Kürt demokratik siyasetinin Özgürlük Hareketi’nin mücadele evreleri ve bunların gerekli taktik bağlamlarına uyum ve bağlılığı üzerinde aranmalıdır.

KÖH, “çözüm ve barış” esaslı üçüncü stratejik evresini, bu evrede TC’nin sömürgeci politikalarından vazgeçmeden Kürt halkını oyalamasından dolayı terk etti ve çözüm arayışını “devrimci halk savaşı” esaslı dördüncü stratejik evreye göre formatladı. Şimdi yeni dönemin çözüm arayışları hangi stratejik evrenin esaslarına göre yönetilecektir? HDP’nin ortaya çıkan yetersizliği, “çözüm” siyasetini üçüncü evrenin esasları üzerinden takip etmekteki ısrarının bir sonucu olarak tanımlandığında YSP, dördüncü stratejik evrenin “bütünlüklü” kapsamına kendisini nasıl katarak ilerleyecektir? HDP/YSP çalışmalarında bu sorulara yönelik bir açılım görülmediği gibi, HDP’yi ve Kürt halkını çözüm masasına zincirleyen sol liberal politikaların savunusu, öz yönetim direnişlerinin eleştirisi bağlamında Türkiyeli liberal solcular tarafından gündem edilmeye başlanmıştır, bile.  Oysa KÖH’nin dördüncü stratejik dönem açılımı hem taktik bağlamda Kürt özgürlükçülüğünün demokratik alan sorunlarını aşmasında hem de Türkiyeli devrim güçleriyle birlikte birleşik devrimin stratejik atılımını pratikleştirmede oldukça belirleyici olacaktır.

Sol liberallerin ve liberal solcuların ideolojik ve politik açmazlarını bir kenara bıraktığımızda, Kürt devriminin dördüncü stratejik dönem yenilenmesine koşut olarak, Türkiye devrimci hareketi de 1920 kuruluş ve 71 devrimci atılım dönemlerinden sonra 90’larda içine girdiği üçüncü oportünist dönemden kopuşmayı esas alan devrimci dördüncü dönem organizasyonu olarak öne çıkmayı başarmalıdır. Bu, birleşik devrim hattı ve yapısıdır.

Birleşik devrim, hem devrimin öncü gücünü hem de onun aranan proleter ve ezilenlerden mürekkep kitle gücünü maddi bir olgu haline getirecek bütün ön koşullara sahip durumdadır. O halde niçin yapamıyor diye sorulacak olursa cevabı, arka planın ideolojik ve politik tozu, toprağıdır. Bu onları temizlemeyi iş, aşama olarak önümüze koymaz. Devrime yürüyen öncünün rüzgârının onları zaten uçuşturacağı varsayılmalıdır.

Yeniden yenilemek gerekiyorsa: Tek yol birleşik devrim’dir. Bu doğrultuyu görmezden gelmek, görünmez kılmak, kendi tutumunu bundan ırak belirlemek proletarya ve ezilenlerin dışındaki sınıflara yakın düşmek olacaktır.

Paylaşın