Gündem, Hülya Osmanağaoğlu, Umut Yazıları

Enternasyonalizm proletarya sosyalizmi ve mücadele birliği – Hülya Osmanağaoğlu

Mavi’ye

Geçen yıl bu zamanlarda Gökhan’ın ölümünün beşinci yılı için yazdığım yazının[1] sonunda, seçimler de dâhil olmak üzere yaptığım analizler için Gökhan sağ olsaydı “reformistsin” derdi, demiştim. Seçimlerden umutlu olmam ve seçim sonuçları, galiba biraz haklı çıkardı Gökhan’ı! Seçim sonuçları itibarıyla sosyalist hareketin seçim politikası, AKP karşıtı cephe siyaseti vd. tartışılmaya devam ediyor. Diğer yandan özellikle Kürt hareketinin geniş ilişki ağı içinde sosyalistlerle ittifak meselesi, esas olarak HDP ve vekillik tartışması eksene alınarak yapılıyor. Bu tartışmayı vekillik tartışmasına sıkıştırmadan (kuşkusuz vekillik tartışmasını da yok saymadan) sosyalist hareket Kürt özgürlük hareketi ilişkisi üzerinden ele almak enternasyonalizm ve proletarya sosyalizmi ilişkisi açısından daha mantıklı görünüyor.

2011’de HDK’nin kuruluşu, 2015’te 7 Haziran’da HDP’nin parti olarak seçimlere katılması, 2016 başlarında KÖH ile sosyalist hareketin enternasyonalist parçalarından bir kısmının “devrimci zoru temel alarak halkların birleşik mücadelesini örgütleme kararlarını” açıklaması, yine 2021 yılında HDP bileşeni olan ve olmayan kimi sosyalist gruplarla DBP’nin yan yana gelmesiyle Birleşik Mücadele Güçleri’nin kurulması, 2022 sonlarında HDP’nin bileşeni olmayan sosyalist gruplarla birlikte Emek ve Özgürlük İttifakı’nın kurulması ve 2023 seçimlerine bu ittifak ile katılması, KÖH ile sosyalist hareketin birlikte mücadele/ittifak adımlarının son 15 yıldaki temel dönemeçleri oldu.  2007’den beri Kürt hareketi Türkiyeli sosyalist vekillere de yer açarken 2015’ten itibaren bu süreç daha kurumsal ilişkiler düzeyinde örgütlenmeye başladı ve HDP ile ittifak bileşeni olan Türkiyeli sosyalist örgütlerin temsilcileri, Meclis’e girmeye başladı. Ancak yukarıda da sıralandığı şekliyle KÖH sosyalist hareketle ilişkisini sadece HDP üzerinden değil, yaklaşık 30 yıldır seçimler ve/veya vekillik paylaşımının çok ötesinde inşa etti.

Son seçimlerde, özellikle sosyal medyada, HADEP’in 95 seçim kampanyasının ve İstanbul mitinginin gündem olması, KÖH- sosyalist hareket ilişkisinin seçimler bağlamındaki tarihinin de bir ifadesiydi. HADEP günlerinin “devrimci” bir nostaljiyle anılması hiç kuşku yok ki politik koşulların ötesinde, HDP’de cisimleşen siyasetle ve iki partinin kadro yapısının farklarıyla da yakından ilintili. 90’lar kirli savaşın neden olduğu zorunlu göç ile Türkiye metropollerinde Kürt nüfusun arttığı, neoliberal dönüşümün esas olarak örgütsüz ve güvencesiz çalışma koşullarında yüzbinlerce Kürt’ün emeğinin sömürüsüyle hız kazandığı ve eş zamanlı olarak Kürt halkının yine metropollerde siyasi bir aktör olarak örgütlendiği bir dönem oldu. Merdiven altı atölyeler ve inşaat sektörü uzun yıllar güvencesiz çalışan Kürt işçi sınıfı ile özdeşleşti. 90’ların başından itibaren, özellikle reel sosyalizmin çözülüşü ile hem kitle bağlarını hem de sınıf eksenli politik doğrultusunu kaybeden Türkiye sosyalist hareketinin ise, büyük bölümünün şovenizmi de göz önünde bulundurulduğunda, Kürt işçilerin ağırlıkta olduğu sektörlerde Kürt sorununu görmezden gelmeye devam ederek örgütlenmeleri zaten mümkün değildi. Eş zamanlı olarak 90’ların başından itibaren özellikle sağ ve sol liberallerin “liberal milliyetçi” çözüm önerilerine rağmen, KÖH’ün çok anılan 95 seçimleri dâhil, her dönem sosyalist hareketle yaptığı ittifaklar, 2002-2003 sürecinde Irak’ta yeni ABD işgali karşısında Güney’deki Kürt örgütlerinden farklı tutum alması, nasıl bir Kürt özgürlük mücadelesi öngördüğünü göstermişti. Türkiye’de Irak’ta savaşa hayır diyen örgütlenmeler içinde yer alırken, Güney’de ABD askeri ile yan yana gelmedi.

Önce 99, sonrasında 2004 yerel seçimleri, 2000’lerin başından itibaren KÖH çizgisindeki siyasi partilerin –HADEP, DEHAP, DTP, BDP vd.- birbirlerinin peşi sıra kapatılmalarına, üye ve yöneticilerine uygulanan baskılara rağmen, Kürt halkının yasal ve meşru temsilcisi haline gelmeleri mümkün oldu. AB süreciyle de birlikte, devlet açık inkar ve imha politikalarından kısmen viraj alırken, AKP eli ile hızlanan neoliberal talan Kürdistan’da sınıfsal ayrışmayı derinleştirdi. Esas olarak toprak ağaları ve sömürgeci Türk sermayesi karşısında Kürt özgürlük mücadelesi ile saf tutan yoksul köylülük, işçi sınıfı ve esnaflardan oluşan hareket tabanı, değişim geçirdi. Hızlanan kentleşme ve sömürge asgari ücreti uygulamalarını gündeme getiren neoliberal birikim sürecinin hızla derinleşmesi, sermayenin yayılmasından pay alan orta sınıfların ortaya çıkmasını sağladı. Büyük, merkezi iktidar eliyle yapılan kamu ihaleleri Kürt burjuvazisine uzun yıllar kapalı olsa da, özellikle yerel yönetimlerin Kürt hareketinin kontrolüne girmesiyle Kürt küçük burjuvazisinin de sermaye birikimi hızlandı. 2007’de bağımsız adaylarla girilen seçimlerde 20 vekilin Meclis’e girmesiyle, yerel yönetimlerle elde edilen siyasi gücün Ankara’da ve diğer metropollerde harekete geçirilmesi mümkün oldu. Artık Türkiye metropollerindeki Kürtlerin de Meclis’te doğrudan temsiliyeti ve Türkiye siyasetine ilişkin etkinliği söz konusuydu. DTP-BDP süreci, 2007 ve 2011’de hem Meclis’te hem de sokakta Kürt vekillerin bütün ezilenlerin yanında durması, sınıf hareketiyle, feminist hareketle, LGBTİ+ hareketle, Alevilerle, Ermenilerle vd. yan yan gelmeleri, Türkiye partisi haline gelinmesinin önünü açtı. Kürt özgürlük mücadelesinin bütün ezilenlerin mücadeleleriyle dayanışarak büyütüleceği ortaya kondu. Bu süreçte gerek Kürdistan’da gerekse Türkiye metropollerinde Meclis’te temsil edilen partilerin hem seçmen tabanında hem de kadrolarında, [neoliberal sermaye birikiminin tabana yayılmasıyla] orta sınıf Kürtlerin sayısı ve oranı yükseldi. Bu yükseliş 90’ların HADEP’inde cisimleşen mücadeleden farklılaşarak, Kürt yoksullarının çıkarlarını temel alan taleplerin ve siyaset biçimlerinin geriye itilmesinin yer yer norm haline gelmesinin önünü açtı. Hareket için değilse de yasal parti açısından profesyonel meslek sahibi, kendi hesabına çalışan ve/veya eğitimli kesimlerin aktif mücadeleye yönelimi söz konusu oldu. Hiç kuşku yok ki bu sınıfsal değişim hareketin/partinin temel programatik zemininde bir değişime işaret etmese de gündelik siyasetteki yönelimleri fazlasıyla liberalizmin etkisine açık hale getirdi.

Rojava Devrimi ve IŞİD’e karşı mücadele ile KÖH’ün sadece Kürt halkı içinde değil tüm demokrasi güçleri içinde artan etkisi, HDP’nin tüm toplumsal muhalefetin (Türkiye sosyalist hareketi, feministler, LGBTİ+’lar, Aleviler, Ermeniler, ekoloji hareketi) taleplerini ve temsilcilerini buluşturması, Gezi İsyanı’nın da gücüyle 2015 Haziran’ındaki seçim sonuçlarını ortaya çıkardı. Devlet/AKP, HDP’nin Rojava Devrimi’nden feyz alan politik çıkışıyla aldığı seçim sonuçları karşısında (aslında sonradan gördük ki bizzat 6-8 Ekim Kobane direnişi nedeniyle MGK’da hazırlanan “Çöktürme Planı” ile),  tepkisini çözüm sürecini sonlandırmak ve Kürt hareketine ve halkına yönelik savaş politikalarına geri dönmek olarak gösterdi. Kürt hareketinin “hendekler süreci” ile verdiği karşılığa HDP’nin seçmen tabanın ve kadrolarının verdiği farklı tepkiler ise, HDP programında cisimleşen demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin farklı veçhelerinin hayata geçirilişine dair yaklaşımlardaki sınıfsal ayrışmaya işaret ediyordu. Aslında HDP bileşeni olan Türkiyeli sosyalistlerin bir bölümünün hendekler sürecindeki eleştirel sessizliğine ilişkin olarak da bu sınıfsal ayrışmada, sosyalist hareket kadrolarının bir kısmının kaderlerini sol liberalizmle birleştirmiş olmalarının kısmi etkilerinin belirleyici olduğunu söylemek, abartılı kaçmaz.

Anti-faşist mücadele ve seçimler

AKP’nin yeniden başlattığı savaşı 90’lardaki gibi sivil halka yöneltmesi sömürgeciliği pervasızlaştırma[2] ve faşizmi kurumsallaştırma yönünde atacağı adımların şiddete dayalı boyutunu gösteriyordu. Buna KÖH ile enternasyonalist solun bir bölümünün verdiği yanıt, devrimci demokrasi hedefiyle “devrimci zorun” merkeze alındığı bir hareketin inşasını başlattıklarını açıklamak oldu. Devrimci zora, esas olarak metropollerde mücadele yöntemi olarak başvurmanın işçi sınıfının mücadelesinde nasıl bir niteliksel dönüşüm yaratacağı hala daha belirsizliğini fazlasıyla koruyor. Tekelci kapitalizmin tam boy egemenliğini ilan ettiği, Kürdistan için bile esas sınıfsal çelişkinin işçi sınıfı- [büyük oranda sömürgeci] burjuvazi arasında yaşanmaya başladığı koşullarda, sınıfın yapısını, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarını ve mücadelenin niteliksel sıçramasına devrimci zora dayalı eylem çizgisinin ne tür etkiler yaratacağını, belirlemeyen bir çizgi söz konusu. Analizlerini ve hedeflerini programatik olarak olmasa bile fiilen AKP’nin yıkılmasıyla ile sınırlandırılan bir devrimci demokrasi mücadelesi tanımlanıyor adeta. Sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarından ziyade IŞİD’e karşı verilen mücadeledeki siper yoldaşlığının temel alındığı görülen bu hareket, devrimci zorun bir mücadele yönteminden ziyade bir “amaç” olarak yansıması riskini taşıyor. Zira geçen yıllar içinde ne sınıf mücadelesinde ne bizzat AKP faşizminin geriletilmesinde anlamlı bir etki yaptığını söylemek mümkün.  Birkaç yıl sonrasında sosyalist partiler ve grupların DBP ile yan yana gelerek kurduğu Birleşik Mücadele Güçleri de hiç şaşırtıcı olmayan biçimde aynı belirsizliği taşıyor. Hatta seçimlerde DBP’nin Kılıçdaroğlu’nun desteklenmesini diğer bileşenlerin ise desteklenmemesini savunduğu düşünülürse, üzerinde ortaklaşılan zeminin faşizme karşı devrimci bir mücadele programından ziyade, yine IŞİD’e karşı mücadeledeki siper yoldaşlığı ve devrimci zora biçilen merkezi rol olduğunu söylemek mümkün. Hiç kuşku yok ki, devletin devrimcilere yönelik şiddeti karşısında, açık alanda meşru militan mücadeleyi yükseltmek çok kıymetli ama bu meşru militan mücadelenin işçi sınıfının kendiliğinden eylemleriyle bile “dayanışma ziyaretleri” dışında organik bağ kuramadığı göz önünde bulundurulduğunda, basın açıklaması yapmak en önemli amaç haline gelmiş görünüyor. 

HDP içindeki ve dışındaki sosyalist solun diğer kesimleri açısından ise, özellikle 2019 seçimleri sonrasında, AKP karşıtlığı temelinde oluşturulacak “antifaşist” [olacağı varsayılan] cepheyi 2023 seçimlerindeki çözümün adresi olarak görme yanılsaması söz konusuydu. AKP karşısında eylemli zeminde muhalefet etmeyi, en çok CHP mitinglerine ve/veya İmamoğlu için Saraçhane’ye gitmek için tartışan toplam açısından antifaşist cephe ve/veya demokrasi mücadelesinin sınıfsal bileşiminin ne olduğu unutulmuş göründüğü içindir ki, Meral Akşener’in ev sahibi olduğu Saraçhane mitingine katılımın doğruluğu iddia edilebildi.

70’lerdeki tartışmaları tümüyle bilememekle birlikte, Dimitrov’un faşizme karşı birleşik cephenin bileşimine ve hedeflerine ilişkin söylediklerinin en çok çekiştirildiği dönemin bu son beş yıl olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bizzat TÜSİAD ve NATO’ya bağlılık açıklayarak CHP öncülüğünde kurulan Millet İttifakı’nın Saraçhane’deki mitingine gitme tartışması hiç kuşku yok ki HDP’nin resmen davet edilmemesinin ötesinde, Dimitrov’un FKBC siyasetinin nasıl tahrif edilerek yorumlandığının göstergesiydi. Dimitrov FKBC’yi çerçevelendirdiği önergesinde açıkça bu cephenin, faşizme doğru ilerleyen burjuvaziden yolunu ayırıp sınıf mücadelesine dönüş yapacak olan “Sosyal Demokratlar” “sınıf uzlaşması yapmış işçi kesimi” ile kurulacağını anlatırken, memleket solunun bir kısmı, neoliberalizme biatını her fırsatta açıklayan Millet İttifakı’nın ev sahibi olduğu Saraçhane’ye gitmeyi FKBC siyaseti olarak açıklıyordu. Demokrasi mücadelesinin tümüyle sınıfsal temelinden koparılarak ele alınması ve hem HDP’nin hem de çok sayıda sosyalist parti ve örgütün doğrudan Kılıçdaroğlu’na desteğini açıklaması, CHP’nin gönül rahatlığıyla İslamcıları ve faşistleri Meclis’e taşımasıyla sonuçlandı.

AKP iktidarının seçimle bir şekilde gitmesinin sosyalist hareketin manevra alanını genişleteceği fikri yanlış olmamakla birlikte böylesi pasif bir bekleme durumu, CHP’nin seçim sonrası yaşattığı hayal kırıklığından sosyalistlerin de nasibini almasına neden oldu. CHP’yi son 30 yıl içinde sadece milliyetçilik/şovenizm temelinde ele alan sol liberalizmin sosyalist hareket üstündeki etkisi, faşizmi sınıfsal temellerinden ayrıştırarak saf bir kötülük ve baskı rejimi olarak kavranması,  KÖH/HDP Kılıçdaroğlu’na oy verilmesini savunduğunda sınıflar mücadelesi açısından duruma bakmaksızın Türkiye sosyalist hareketinin önemli bir bölümünün de Kılıçdaroğlu’na şerhsiz oy çağrısı yapmasının önünü açtı.[3] Oysa KÖH’ün halkla kurduğu sistematik, organik ve örgütlü ilişki böylesi siyasal yönelimlerin bir taktikten ibaret olduğunu anlatabilmesini mümkün kılarken sosyalist hareket açısından Türkiye işçi sınıfının bütün umutlarını CHP’ye bağlamasına yol açtı. Tam da bu nedenle son 1 Mayıs öncesinde DİSK, seçimleri Kılıçdaroğlu’nun kazanacağını varsayarak gelecek yıl Taksim’de kutlama yapılacağının müjdesini verebildi!

Enternasyonalist solun sınıftan uzaklığı, KÖH ile bir araya geldikleri zeminlerde öngörülen demokrasi mücadelesinin sınıf temelinden kopukluğu ve HDP içinde sınıf mücadelesi algısının kimi vekillerin işçi eylemi ziyaretine indirgenmiş olması, sosyalist sol ile tarihsel mücadele ortaklığının altını çizme ihtiyacı duyan KÖH’ün TİP ile seçim ittifakında ısrarcı olması sonucunu doğurdu. Meseleye kim ötekine üç vekil kaybettirdi tartışmasının dışından bakıldığında; TİP’te ifadesini bulan, modernist, laikliği ve AKP karşıtlığını temel alan, işçi sınıfını değil yurttaşları ve seçmenleri mücadelesinin merkezine koyan bir sosyalizm kavrayışı, ne sınıflar mücadelesinin niteliksel bir sıçrama yaşamasına ne de demokrasi mücadelesinin gelişmesine somut bir katkı yapmış görünüyor.

Sonuçta…

En bildik ezberlerimize dönersek; Türkiye işçi sınıfı ile Kürt halkının stratejik ittifakının hedefi olarak devrimci demokrasi için, ya da HDP’de cisimleşen radikal demokrasi mücadelesi için, KÖH ve Türkiye sosyalist hareketinin yan yana geliş zeminlerinde sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarını, sınıfın örgütlenme sorunlarını öncelemek bir ihtiyaç olarak görünüyor. Toplumsal muhalefete yönelik artan şiddete, sermayeyi güçlendirmek ve sermaye fraksiyonları arasında mutabakatı sağlamak için işçi sınıfını açlığa mahkûm etme planlarına, 2024 yerel seçimlerinden sonra Kürt halkının yerel yönetimlerinin yeniden kayyumlara teslim edilmesine direnmek gerekiyor.  Bunun yegâne yolu da örgüt kadrolarının basın açıklamalarıyla sınırlı kalmayan, işçi sınıfının üretimden gelen gücünü görünür kılmayı hedefleyen bir politikayla/örgütlenmeyle yeni saldırılara cevap vermek olmalı. Bu eksende bir perspektifte ortaklaşıldıktan sonra seçim ittifakları da vekil sayıları da ayrıntı haline gelecektir.

Ve bu yazının sonunda, geçen yıl olduğu gibi yine Gökhan’a bir şey demek istersem, içtenlikle çok benimsediği belli olan, devrimci zoru temel alan bir devrimci demokrasi mücadelesinin sınıf temelinin belirsizliğinin ayakları havada bir mücadele ortaya çıkardığını, söylerdim… Onun cevabı belli “Sen zaten hep bizim reformist kanattandın.” Proletarya sosyalizminin öngördüğü enternasyonalist dayanışmada hayatını kaybedenlerin anısına sevgiyle…


[1]https://umutgazetesi43.org/arsivler/81066

[2] KCK operasyonları döneminde de seçil yerel yöneticilerin eski vekillerin tutuklanması söz konusuydu ancak bu dönemde doğrudan kayyum atamaları yeni bir döneme işaret ediyordu.

[3] Samimi özeleştirim olsun HDP’nin çağrısıyla Kılıçdaroğlu’na oy verdim.

Paylaşın