Kültür - Sanat, Umut Yazıları

Yarın ne kadar sürer? / Sınırlar üçlemesi (Thedoros Angelopoulos) – Zarife Zülfüyar

Bu yazıda, dünyanın neresinde olursanız olun size hiç uzak olmayan şeylerden, göçlerden, mültecilikten, toprağa ve bizlere konmuş sınırlardan ve sürgün insanlardan bahsedeceğim. Ama bunu öyle kuru kuru değil, tam üç film ve anlattıkları üzerinden yapacağım.

Milyonlarca insan savaştan kaçan, zorla yerinden edilen, tanımadığı bilmediği topraklara göçen, ikinci sınıf insan muamelesi görmeyi kabul eden, etmek zorunda kalan, gitmek zorunda kalan, aşağılanan, ırkçılığa maruz kalan, sınırlara asılı kalan, uçaklara asılı kalan, denizler mezarı olan, milyonlarca insan.

Suriyeli, Afganistanlı, İranlı, Filistinli, Kürdistanlı, Güney Sudanlı, Myanmarlı insanlar.

Dikenli teller, duvarlar, çelik sütunlar, güçlendirilmiş spot ışıkları, mobil kameralar, sensörler, hoparlörler, askerler, termal algılayıcılar, polisler, devriye köpekleri, elektro-optik kule sistemleri… Hepsi ve daha fazlası, sınırsız sınır hizmetleri ile sınırlarınızda.

Türkiye, Avrupa’nın sınır muhafızlığını yapıyor uzun zamandır. Bu konuda senelerdir görüşmeler yapılıyor, mutabakatlar imzalanıyor devletler tarafından pazarlıklar yapılıyor, insanların canları üzerine. Bugün ülkemizde ve dünyada en büyük “sorun”lardan biri “göçmenler”, “mülteciler”, “sığınmacılar”. Sorunun kaynağı ne? Savaş mı? Faşist yönetimler mi? Açlık, yoksulluk mu? Yoksa hepsinin içinde olduğu bu kokuşmuş düzen mi?

Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden beri dünya referans noktalarını kaybetti ve en büyük etkilerinden biri de işte bu konuda oldu. Göçmenlik, mültecilik üzerine belki bu günlerde daha fazla film vs. yapılıyor, izleniyor. Ama ben size bu meselelere dair ortalama otuz yıl önce çekilmiş filmler önereceğim ve bu konuda kafa yormuş bir yönetmenden bahsedeceğim. Hemen yanıbaşımızdan, Yunanistan’dan filmlerle, biz büyüdükçe büyüyen sorunların çocukluğumuzdaki haline bakacağız.

Dünyanın tüm Xenitis’leri, yani yabancıları, “nerede olursa olsun sürgünde olanları” için…

Şöyle ağıt yakar küçük bir çocuk, kendisi gibi sınırı yasadışı yollardan geçmiş arkadaşının ölümünün ardından, Sınırlar Üçlemesinin son halkası olan Sonsuzluk ve Bir Gün filminde:

Ey Selim!

Bu gece bizimle olmaman ne acı

Çok korkuyorum Selim

Deniz o kadar büyük ki

Gittiğin yerde bizi ne bekliyor Selim?

Hepimizin gideceği o yer neye benziyor?

Dağlar mı var, vadiler mi

Polisler mi var orada askerler mi?

Hiç geriye bakmadık ki biz

Şimdi tek görebildiğim, deniz, uçsuz bucaksız deniz…

Önce biraz söz konusu üç filmin yönetmeni olan Thedoros Angelopoulos’u tanıyalım.

27 Nisan 1935 tarihinde Atina’da, küçük burjuva bir ailede dünyaya “merhaba” dedi Theodoros Angelopoulos. Çocukluk yılları, ilk hatıraları, savaş, işgal ve iç savaş olan bir yönetmen kendisi. Annesinin elinden tutup cesetlerle dolu Atina sokaklarında babasının ölü bedenini aramış bir yönetmen. İtalyanların Yunanistan’ı işgalini ve Nazilerin Atina’ya girişini görmüş, yaşamış.

Tarihsel bağlamından kopuk bir şekilde ele alırsak, o sıcak Akdeniz ülkesinde neden bu denli soğuk, hüzünlü filmler yaptığını anlayamayabilir insan. Önce hukuk eğitimi alır Angelopoulos ve bu sırada şiir ve kısa öyküler yazar. Daha sonra, aslında hep şair olmak istediğini, iyi bir şair olamayacağı için yönetmen olduğunu söyleyecektir. Sorbonne Üniversitesi’nde edebiyatın yanı sıra antropoloji ve filmoloji üzerine kısa süreli eğitimler aldıktan sonra L’IDHEC (Sinematografik Araştırmalar Enstitüsü) adlı bir Fransız sinema okulunda kurslara katılır. Ancak Angelopoulos’un ilerleyen yıllarda tüm filmlerinde de sıklıkla göreceğimiz çok uzun plan-sekanslara doğru evrilecek olan çekimler yapması, daha eğitim aldığı bu ilk yıllarda Paris’te okuduğu enstitüde kabul görmeyince 1961 yılında okuldan atılır. Fakat bu onu asla kendi tarzını oluşturmaktan geri tutmayacaktır. Geniş plan çekimlerini her filminde kullanarak seyirciye yalnızca oyuncuları değil sahneyi, yani mekanı ve akışı da izletecektir.

Angelopoulos 24 Ocak 2012’de “Öteki Deniz” adlı yeni filminin çekimi sırasında kendisine çarpan bir motosiklet yüzünden hayata veda ederken, bizlere bir şairin elinden çıkmış gibi etkileyici ve çok kıymetli filmler bıraktı.

Theodoros Angelopoulos, Yunan sinemasının ve aynı zamanda dünya sinemasının en değerli yönetmenlerinden biri. Filmleri için kendi söylediği “tek bir eserin parçaları” belirlemesi o kadar doğru ki, eğer kısa zaman aralıklarıyla birkaç filmini izlediyseniz bunu anlamışsınızdır. Ancak tek bir eserin parçaları olması, Angelopoulos’un sınırlı bir şey anlattığı yanılgısına düşürmemeli bizleri. Bilakis, filmlerinde o kadar çok şey anlatır ki, belki de insanlığın hemen hemen bütün problemlerine, çirkinliklerine, güzelliklerine değinir. Filmin konusuna göre, o insanlık durumu üzerinde durulur, kameranın görüşü genişlerken bizim bakışımız da onunla birlikte derinleşir ve derinleşir. Filmleri seyirciye bir durup düşünme, o acı ve sevinçlerle özdeşleşme ve kendine dönüp sorular sorma şansı ve fırsatını tanır. İnsanlığın büyük trajedilerine ulaşmayı başarır filmlerinde Angelopoulos. Eleni Karaindrou’nun şahane müzikleri ile yüreğimizin orta yerine oturur o acılar. Filmlerin üçüncü boyutu, yani derinliği müziktir elbette. Angelopoulos’un filmleri mit ile başlar, tarihle terbiye eder ve gerçeği sunar seyircisine.

İlk kez bu yönetmenin filmlerini izleyecek olanlar için bazı ön bilgiler vermek faydalı olacaktır.

1.-Yasal Uyarı – Filmler alabildiğine durağandır. Aksiyon arayanlar, hiperaktifler uzak dursun.

2. Sıklıkla karakterlerin geçmişine geri dönüşler yaptığı sekanslar çokta alışık olmadığımız bir tarzda, doğrudan gerçekleşir. Flashback’ler kullanmadan, çok naif bir şekilde yapılır bu geçişler.

3. Angelopoulos filmlerinde, tarih, mitoloji ve an’ı zeki bir şekilde harmanlar. Homeros’un Odysseia destanındaki bütün kavramlara sıkı sıkıya bağlıdır. Filmlerinde anlamadığımız bir şey varsa, çoğunlukla cevabı Yunan mitolojisinde bulacağızdır.

Angelopoulos, bir taraftan mitler aracılığıyla antik Yunan mirasına çokça göndermede bulunurken, bir taraftan da Yunanistan’ın yakın dönem tarihi, filmlerinin anlatısı içinde önemli bir yer tutar. Angelopoulos sinemasında miti, ayrılmaz bir parçası olduğu edebiyat ve imgeden bağımsız düşünmek olanaksızdır. Yönetmenin tarihe bakışı kapsamlı ve eleştireldir. Angelopoulos sineması, mitler aracılığıyla tarihi bugün de estetik ve politik bir bağlamda yeniden tartıştırır.

“Sanat filmi” adının hakkını veren filmlerinde, sarı yağmurluklar, direkler, tellerde asılı kalmış insan bedenleri, kara bayraklar, kıpırtısız kalabalıklar, nehirler, kızıl bayraklar, hep aynı aynanın yansıttığı farklı yüzler, yolu hep aynı cafeye düşen birçok hayat ve deniz, deniz, uçsuz bucaksız deniz göreceğiz.

Bu kadar güzelleme yeter diyorsak, haydi geçelim söz konusu filmlere.

SINIRLAR ÜÇLEMESİ

Leyleğin Geciken Adımı

Bir sınır neyi ifade eder, incecik bir sınır çizgisine ne kadar çok anlam yüklenebilir? Vatandaşlık, namus, ticaret, sistem. İleri doğru atılan bir adım neyi değiştirir bir adım öncesine göre? Ölüm, yas, ekmek parası, hayal, risk, kurtuluş, geride bırakış, kaçış, korku, başkaldırış, özgürlük?

Sınırlar Üçlemesi’nin ilk filmi olan 1991 yapımı “To meteoro vima tou pelargou” (The Suspended Step of the Stork) / Leyleğin Geciken Adımı’nda, televizyon muhabiri olan Alexandre, bir iş için kısa süreliğine Yunanistan’ın bir sınır kasabasına gelir.

Kasaba, yerel halk tarafından “hayalet kasaba” ve “bekleme odası” olarak adlandırılmaktadır; çünkü sakinlerinin çoğu, geçmişte farklı ülkelerden yasadışı yollarla sınırı geçerek gelen ve buradan ayrılıp başka bir yerde yeni bir hayata başlayacakları günü bekleyen Kürt, Türk, İranlı, Arnavut, Romanyalı sığınmacılardır.

Sınır bölgesindeki bir hikâye üzerinde çalışan Alexandre bir gün yaşamını çiftçilikle sürdüren yaşlı ve kendi halinde bir sığınmacıya rastlar; ancak bu kişinin, yıllar önce “Melankoli Yüzyılının Sonu” adlı bir kitap yazdıktan sonra arkasında yanıtlanmamış pek çok soru bırakarak esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolan Yunan bir politikacı olduğundan neredeyse emindir.

Alexandre bu işi araştırmaya koyulduğunda ise kasaba ve içindeki hikayeler yavaş yavaş onu içine çekmeye başlar. O güne kadar görmediği, düşünmediği, sormadığı birçok şeyi sormasına vesile olacaktır bu kasaba Alexandre’nin.

Filmde Alexandre’nin kasabada görevli komutan ile girdiği, daha çok monoloğa benzeyen diyaloglardan birinde, komutanın sınır çizgisinin bittiği yere gelip tek ayak üstünde bir leylek gibi durarak; “bu mavi çizgide Yunanistan bitiyor. Bir adım daha atarsam başka bir yerde olurum ya da ölürüm!” dediği sahneden başlayarak sınırın kudreti gösterilir ve sorgulanır.

Vince asılmış bir bedenin ardından Kürtçe bir ağıt yükselir Avrupa topraklarından. Bu sahne, İran’da idam edilmiş, ölü bedenleri vinç ile sallandırılan Kürtlerin fotoğraflarını görenlere hiç de absürt gelmeyecektir.

Arafta kalmış hayatları anlatır bu film. “Evimiz nerede başlayıp nerede bitiyor?” diyen araf sakinlerini. İki hayali ülke arasında ulusal sınır olan bir nehrin ikiye böldüğü, gelin ve ailesinin bir yakada, damat ve akrabalarının ise diğer yakada, cenaze sessizliğinde yapılan düğün sahnesinin çarpıcılığı… Yaşamlarına hükmeden devletlerinin sınırlarını ve kültürel, siyasi, ideolojik kendi sınırlarını anlatır insanların.

“Evimize varabilmek için daha kaç sınır geçeceğiz?”

Ulis’in Bakışı

Angelopoulos’un Sınırlar Üçlemesi’nin ikinci filmi olan 1995 yapımı “To vlemma tou Odyssea” (Ulysses’ Gaze) / Ulis’in Bakışı adlı film, üçlemenin en çok mitolojik gönderme içeren filmi. Yukarıda dediğim gibi, “Angelopoulos’un filmlerini anlamak için biraz Yunan mitolojisi bilmek iyidir” önerisi özellikle bu film için geçerliydi.

Bir sinemacı olan A’nın Atina, Manastır, Üsküp, Plovdiv, Bükreş, Belgrad ve Saraybosna’da geçen kişisel yolculuğunu anlatır, ama bu şahsi yolculuğa Balkanlar’ın 20. yüzyıldaki tarihi de eşlik eder. Yanlış okumadınız, baş karakterin adı “A”, aslında bir adı yok, bir isme gerek de yok, zira kendisi Ulis’in bakışı.

Filmde Yunan asıllı Amerikalı bir sinemacı, tartışma yaratan son filminin gösterimi için Yunanistan’a, doğduğu yere geri döner. Ancak geri dönmesinin gerçek nedeni, 1900’lü yılların başlarında Yunanistan’ın sinema öncüleri Manakis Kardeşler (“Yanaki” ve “Milton”) tarafından çekilen ve uzun zamandır kayıp olan üç makara filmin izini sürmektir. Balkanlar’daki gündelik hayatı ilk kez filme alan Manakis Kardeşler, ulusal ve etnik sınır ve çatışmaları önemsemeden, Balkanları gezerek sıradan insanları filme almışlardır. Bu sinemacı Balkan tarihinin anlaşılmasının anahtarının o görüntülerde olduğuna inanmaktadır. Masumiyeti ve gerçeği o filmde bulacağını düşünmektedir. Yaklaşık doksan yıl önce çekilen, hala var olup olmadıkları meçhul olan üç bobin filmin peşinden sürüklenen A, Yugoslavya savaşları ile parçalanan toprakları görecektir. Manakis kardeşlerin gözünden Balkanlar’ın eski halinin görüntülerini arayan karakterimiz, bize kendi bakışından Balkanlar’ın 90’larını yani o anını gösterirken, kendi içine doğru da bir yolculuğa çıkacaktır.

Başrolü çağdaş bir Ulysses olduğu için, destandan çokça iz vardır filmde. Aynı oyuncunun canlandırdığı dört kadın karakter, mitolojideki Ulis’e İthake’ye yolculuğunda eşlik eden, ona yardım eden kadınlardır.

Filmin en etkileyici sahnelerinden biri, Tuna üzerinde bir gemiye Lenin’in kocaman bir heykeli konmuş ilerlerken genç, yaşlı bir sürü insanın Lenin’i uğurladığı sahnedir. Gençler el sallayarak, yaşlılar ise haç çıkararak uğurlar Lenin’i. Bu sahne üzerine epey düşünülecek bir sahnedir. Tuna akar ve Lenin’in parmağı ileriyi işaret eder, gözleri hala ileri bakar. Yugoslavya dağılmıştır evet, ama Lenin’in heykelinin o duruşu ölümü simgelemez, “fikirler ölmez” der adeta.

Birçok ödül alan bu zor filmin başrolünde Harvey Keitel yer almıştır. Üzerine çokça yazılmış, analiz edilmiş bu film her izlendiğinde yeni bir anlam bulunabilecek cinsten. Yine geniş plan çekimleri ve uzun sekanslarıyla içine çeken, izleyene epik bir şiir dinletecek bir film.

Sonsuzluk ve Bir Gün

Angelopoulos’un Sınırlar Üçlemesi’nin son filmi olan 1998 yapımı “Mia aioniotita kai mia mera” (Eternity and a Day) / Sonsuzluk ve Bir Gün; ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen Alexandre’nin hastaneye yatmadan önceki son gününde geçmişe olan yolculuğunu ve bu son gününü dokuz-on yaşlarında küçük, kimsesiz, Arnavut göçmeni bir çocukla geçirişini anlatıyor.

Alexandre, edebiyat çevrelerince tanınan, bilinen ve sevilen usta bir yazardır. Yakalandığı kurtuluşu olmayan hastalık nedeniyle sonsuza dek terkedeceği evinde eşyalarını toplarken uzun zaman önce ölmüş olan eşi Anna’nın otuz yıl evvel yazmış olduğu bir mektubu bulur. Bu mektup ve Anna’nın söyledikleri Alexandre’yi geçmişte ve bugünde büyülü bir yolculuğa çıkaracaktır.

Alexandre hala bitiremediği bir işi tamamlama peşindedir. Kendisi gibi bir şiirini yarım bırakıp bu dünyadan göçmüş olan bir 19. yy şairinin şiirini tamamlama işini kendisine görev bilir. Bahsi geçen kişi gerçek bir şair, Yunan şair Solomos’tur. 19.yy’da İtalyan’da yaşamış ve eğitim görmüş, bu nedenle de Yunancası iyi olmayan Solomos, ülkesine geri döndüğünde Yunanca’sını geliştirmek ve şiirini tamamlamak adına kelimeler satın alan bir şairdir. Alexandre de tıpkı Solomos’un yaptığı gibi, bu Yunan asıllı Arnavut çocuktan kelimeler satın alır. Çocuğun, Alexandre’ye söylediği üç kelime Alexandre’nin yolculuğunun üç kesitini simgeler. Kelimeler şunlardır; “korfulamu, xenitis, argathini”.

Hep sözcüklerin izinden gitmiştir şair, bu sırada bir şeyleri de kaçırmıştır hayatında. Yaşamının muhasebesini yaparken bizleri de kendimizi sorgulamaya davet eder Alexandre. En sıcağından en soğuğuna tüm renkleriyle, tablo gibi sahneleriyle müthiş bir film Sonsuzluk ve Bir Gün. Yine bol ödüllü bir Angelopoulos filmi olan bu film, sinema tarihinde iz bıraktığı gibi belleklerimizde de iz bırakacaktır. Ara sıra sahneleri gözümüzün önüne gelecek, Eleni Karaindrou’nun güzel müzikleri kulağımızdan silinmeyecektir.

Filmde başrolü İsviçreli aktör Bruno Ganz oynuyor. Çocuğu ise gerçek adı Achileas olan, gerçekten Arnavut bir göçmen olan bir çocuk oynuyor. Senaryo biraz da onun yaşadığı deneyimlere dayanıyor. “Yunanistan’a yasadışı yollardan girerek yaşamaya çalışmak nasıl bir şey?” Angelopoulos 97-98 yıllarında günümüzde de süren Yunanistan gerçeğini aktarıyor bize.

Yabancılaşma, yalnızlık, yoldaşlık, sevgi, yaşam, ölüm, yolculuk ve umut, umut, umut var bu filmde.

Angelopoulos filmlerinde şunu demek istiyor gibi; “hepimiz, orada mutlu olacağımıza inandığımız, sığınacak bir yuva arıyoruz, peki acaba hangi yuvalar bizi arıyor?”

Kavafis’in Odysseus’a salık verdiği gibi: “Hiç aklından çıkarma İthaka’yı. Oraya varmak senin başlıca yazgın. Ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın. Varsın yıllarca sürsün, daha iyi; sonunda kocamış biri olarak demir at adana, yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin, İthaka’nın sana zenginlik vermesini ummadan. Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka. O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın. Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka. Onu yoksul buluyorsan, aldanmış sanma kendini. Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki, artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini İthakaların”.

Yapabileceğimiz o kadar çok şey var ki! Hayat bir yolculuk, evet. Yaşadım diyebilmek için yola çıkmak gerek. Peki mutlu olmak, sevmek, insanlık ve dünyamız için mücadele etmek, sınırları aşmak, tüm güzellikler adına çirkinliklere karşı savaşmak için ne kadar vaktimiz var?

“Yarın ne kadar sürer?

Sonsuzluk ve bir gün…”

Paylaşın